İkinci Dünya Savaşı’ndan yıkılmış olarak çıkan Fransa’da ‘varoluşçu’ akım şiddetli bir şekilde etkili olmaya başlamıştı. Bu akıntıya kapılmış yazarların kitapları, boşluğa düşen gençlerin kafasını hızla bulandırıyordu. Varoluşçuluk sıkıldığı zaman içinden adeta inançsızlık damlıyordu. Sartre’da da, Marcus’de de, Camus’de de aynı boşluk vardı. Ümitsizlik ve bedbinlik, yüzyılımızda en görkemli ifadesini varoluşçularda bulmuştu. Onlar için hayat anlamsız bir süreç, varlık anlamsız bir boşluk, intihar bir değer, ölüm tek ve kaçınılmaz siyah gerçekti. Çünkü birey, korkunç savaşların enkazı altında kalmıştı.
Bu akım Türkiye dahil olmak üzere dünya üzerinde pek çok yerde kendisine geniş etki sahası buluyordu.
Fakat, insan sadece cesetten ibaret değildi ve ruhu manevi bir beslenmeye mutlaka ihtiyaç duyuyordu. Fransa’da ortaya çıkan ve Türk aydınları üzerinde büyük etki yapan bu akımın yanında Batı dünyasında manevi değerlere dönüş de başlamıştı.
Hatta Batı’daki bu dine dönüş, Rusya’da komünizmin çözülmesinden daha önceydi. Amerikalı psikiyatr Henry Link’in İkinci Dünya Savaşı’ndan önce 1936’da yazdığı ve satış rekorları kıran ‘Dine Dönüş’ adlı kitabı böyle bir ihtiyacı açıkça gözler önüne seriyordu. Link, bu kitabında insanlara kiliseye gitmelerini, maneviyatla ilgilenmelerini tavsiye ediyordu.
Batı dünyasında genel olarak manevi değerlere dönüş yaşanırken, ne var ki Türk aydınları Fransa’da ortaya çıkmış akımın etkisinde kaldı ve bir türlü kendilerini bulamadılar. Dini dışlayan bu akım Türkiye’de özellikle aydınlar ve üniversite gençliği üzerinde etkili oldu. Jean Paul Sartre’ın kitaplarını okuyan gençler, “Allah’ı kim yarattı?” sorusunu ortaya atıyorlardı.
Cezayir doğumlu “varoluşçu” Fransız yazar Albert Camus’nün 1947’de yayımlanan Veba adlı romanındaki anlatımlar, dinin gerekliliğinin sorgulanmasına yol açıyordu. Cezayir’deki bir veba salgınını konu alan romanın iki kahramanı, vebaya karşı savaş açan dürüst Doktor Bernard ile Rahip Paneloux’tu. Rahip bir vaazında, İncil’in Göç bölümünde anlatılan Mısır’daki vebayı hatırlayıp şöyle diyordu:
- Allah, Firavun gibi kibirlilere veba felaketiyle diz çöktürdü. Şimdi biz felaketin içindeyiz ve bunu hak ettik. Allah’ın ışığından mahrum bir halde vebanın cehenneminde uzun süre kalacağız.
Rahip şunu demek istiyordu:
- Çıkış yolu, Allah’a yönelmektir. Onun bağışlamasıyla bu felaket bitecektir. Ancak, bir süre sonra rahip ve doktor, vebaya yakalanan bir çocuğun acılar içinde gerçekleşen ölümüne birlikte tanıklık ediyorlar ve bu olayın etkisiyle rahip de doktorun çizgisine geliyordu. En sonunda rahip de vebadan ölüyordu.
Bugün, dünyanın karşı karşıya olduğu asıl veba inançsızlıktır. Bu salgın bütün problemlerin başında geliyor ve her tarafa bulaşmaya devam ediyor. Toplumları, ümitsizliğe, bedbinliğe ve isyana sürüklüyor.
Sosyoloji ve din uzmanları, tarihin hiçbir devrinde, yeryüzünün hiçbir noktasında şimdiye kadar dinsiz bir topluma rastlanmamıştır. İnsanlığın şiddetli bir şekilde hayata motive edici şeylere ihtiyacı var, derken İslam coğrafyasında bu ihtiyacı karşılayacak çalışmalar maalesef görülmüyordu. Tam tersine insanları dinden soğutacak örnekler daha yoğun sahneleniyordu. Onlar ekseriyetle, bir yandan Yahya Kemal’in “Mehlika Sultan’a Âşık Yedi Genç” şiirindeki sevdalılar gibi Batı’nın peşinden koşarken, diğer yandan bütün güçleriyle o tarafta bir düşman oluşturup aynı Batı’ya “emperyalist” ve “kapitalist” diyerek kurşun yağdırıyordu.
Medeniyetler Çatışması
Biz de durum böyleyken, 1990 yılı eylül ayında, ABD’nin dünya çapında üne sahip birkaç üniversitesinden biri olan Princeton Üniversitesi’nde Yakın Doğu Araştırmaları Bölümü Profesörü olan Bernard Lewis, Amerikan Atlantic Montly dergisinde, “Müslüman Öfkesinin Kökleri” başlığını taşıyan yazısıyla “medeniyetler çatışması” tezini ortaya atıyordu. Lewis, yazısında şu fikirlerini öne sürüyordu: “Müslümanlar; bizim Yahudi-Hristiyan mirasımıza, seküler değerlerimize ve bunların dünya ölçeğinde yayılmasına tarihi nitelikte bir reaksiyon göstermeye devam etmektedir.”
Bernard Lewis’e göre, Batılı değerleri temsil eden Amerika, İslam dünyasında Vietnam ya da Küba benzeri bir olay yaşamamıştı, ama Batı’nın gözünde İslam giderek “terörist üreten bir çatışma dini” haline geliyordu. Böyle bir dinin ürettiği Müslüman tipi ise kavgacı ve intihar komandosu olmaya elverişli kişilerdi.
Halbuki, İslam’da, Müslümanlık hesabına insan öldürmek diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildir. Terörizm kadar Müslümanlığa ters başka bir şey olamaz. Kur'an-ı Kerim kasten, haksız yere bir insanın öldürülmesini bütün insanların öldürülmesine denk tutmuştur. İnsanı öldürenin ebedi cehennemde kalacağı şeklinde hükümler çıkarılmıştır. Siz Müslümanlık adına bir şey yapacaksınız, sonra kendi felaketinizi hazırlayacaksınız. Ebedi Cehennem'i hak edecek bir şey yapacaksınız. Bunu Kur'an'ın ruhu ile, dinin ruhu ile telif etmek mümkün değildir. Gel de bunu kime ve nasıl anlat? Daha doğrusu kim gidip anlatacak?
Afganistan İslam değil, Suriye değil, İran hiç İslam değil, o değil.. bu değil.. ‘Peki neresi?’ diyorlar.. ‘Doğru İslam bizimkidir.’ deseniz gülüp geçecekler karşıdakiler. ‘Ülkenizin haline dönüp bir baksanıza?’
Batılı'lar bir kere İslam'a peşin fikirliler. Fakat onları fikirleri ve kanaatlerinde, bu düşüncelerinde teyit edecek hadiseler de sürekli cereyan ediyor.
Bu yanlış algının oluşmasında Müslümanların büyük kabahati var. Müslümanlar, bulundukları şartlara göre, biraz kendi hissiyatlarına göre, biraz kendi çıkarlarına göre İslam'ı yorumluyorlar. Hele Türkiye'de son dönemlerde yaşanan şeylerde bu husus zirve olarak görülebilir. Heva-heves İlahiyat'ın, doğru düşüncenin, doğru mülahazanın yerini almış gibi. İnsanlar kendi hissiyatlarını mantık zannediyorlar, muhakeme zannediyorlar ve ona din diyorlar.
Bir de sizi suçluyorlar:
- Onları dost ediniyorsunuz, insanların içindeki elbuğzu fillah, Allah için nefret etme hissini içimizde yıkıyorsunuz.
Gayr-ı Müslim dediğimiz insanlara karşı tavır esasen küfür sıfatına karşıdır. Put düşüncesine karşıdır, müşrikliğe karşıdır, onunla birlikte gelen gayr-i ahlakiliğe karşıdır. Küfür sıfatına karşı olmak başkadır, şahıslara karşı olmak başkadır… Bu ikisi birbirine karıştırılıyor. İslam dünyasında da değişik yerlerde his ve heves kısmen fikir suretine girmiş. Dini de his ve heves olarak ele alıyorlar. Yani, ilahi çerçeve içerisinde değil, mantıkla ölçerek, tartarak değil.
Canları nasıl istiyorsa meseleye öyle bakıyorlar, öyle görmek istiyorlar. Biri çıkıp Cezayir'de doğru budur deyip dinin canına okuyor... Suriye'de bir başkası aynı şeyi yapıyor. Filipinler'de Moro Cephesi'nde daha başkası kendine göre bir şey yapıyor, Bangledeş'te, Keşmir'de, Tahran’da, Şam’da, Bağdat’ta, Riyad’da da.. bunun gibi şeyler oluyor... Batılılar, "Gördünüz mü, biz demiyor muyduk?" diyor. Kilise, "Gördünüz mü?" diyor. Hatta Budistler, "Gördünüz mü?" diyor. Bizim arkadaşlarımız ilk Budist rahiplerle karşılaştıklarında, rahiplerin tepkisi, "Şu harp eden din mi?" diyorlar, öyle bakıyorlar.
Allah önümüze bir fırsat sundu bugün. Şu anda dünyanın değişik yerlerindeki sığınmacılarla daha doğru tabirle muhacirlerle ve onlara kucak açan ensarla İslam’ın güzel yüzü Batı’da hüsn-ü kabul görebilir. Ama tahrik ederek değil. Biz buraya geldik, İslam’ı yeniden tesis ediyoruz, dersek onlarda bize karşı bir gerilim hasıl ederiz. Duygu ve düşünce dünyamızla, İslam'ın çok önem verdiği insanlığımızla bazı şeyleri onlara gösterirsek onlar kapılarını belli ölçülerde aralayacak ve eskiden gösterdikleri huşuneti, sertliği göstermeyeceklerdir. İslam’ı doğru bir yaşayıştan görüp merakları artacaktır. Batılılar da nihayet Allah’ın kuludurlar.
Ümitsizlik ve bedbinlikle sarsılan dünyaya, İslam’ın sevgi, hoşgörü ve barışçı yüzü yeniden gösterilmeli. Halihazırdaki üslubun gözden geçirilmesi ve sorgulanması lazım. Yoksa onlar kendi Medeniyetlerine, yüksek teknolojilerine, sanayilerine, geniş imkânlarına sığınabilirler. O zaman da İslam dünyasını iyice ötekileştirirler. Batı'da hâlâ vahşet yanlısı insanlar vardır. Ama büyük ölçüde Batı'da bir medenileşme süreci yaşanıyor. Onun için de bu medenilere bir şey anlatmak düşünülüyorsa, ilim yolunun, akıl yolunun, mantık yolunun, hizmet yolunun seçilmesi gerekiyor. Dayatma yolunun değil. ‘Benim dediğim haktır, senin dediğin batıldır, gel bu batıldan vazgeç, benim dediğim hakka teslim ol!’ şeklinde yaklaşmak yanlıştır.
Her şeyimizle hizmet yoluna bağlanıp, ihlasla O’nun rızası istikametinde hareket edersek şaşırmayız ve şaşırtmayız. Bize bakanları hayal kırıklığına uğratmayız. Allah bu asrın garipleri olarak dinini sizinle tanıttırmak istiyor ve bunun için dört bir tarafa savuruyorsa: "el-minnetü lillâhi ve lirasûlihî- minnet Allah'a ve Resûlü'ne aittir!" deyip ihlasla yolumuza bakmalıyız.
Üstad ihlasla yapılan hizmetin ikiye katlandığını anlatıyor. “İhlasla çalışırsanız beni de ihlasa muvaffak kılarsınız.” sözleriyle küfrün başını alıp gittiği, ehl-i keşfin müşahedesine göre 40 vefiyattan ancak birinin kurtulduğu dehşetli bir dönemde bizlere sarsılmaz ölçüler veriyor.
Kısacası; iş çetin, yol uzun, menzil uzak, tuzak çok. Allah yardımcımız ola!