‘Çevrendeki sisten-dumandan endişe edip geri durma! Atmosferine çarpan meteor taşlarıyla sarsılma! Feleğin dölyatağında gerinen mutlu yarınları gör ve rüyaların Hira’sında, hülyaların Tur’unda Sonsuz’dan gelen nefesleri duymaya çalış!’
Ekim ayının son günlerinde hazan mevsiminin bütün hüznü çökmüş hayata. Gökyüzü alev almış gibi kıpkızıl. Eskişehir Hapishanesi’nin penceresinde masum bir adam duruyor. Derinden derine inliyor iç yakan bir hüzün nağmesiyle. İnsanların ağlanacak hallerine gülmesine ağlıyor. İstikbali gören merceğiyle onların akıbeti hakkında endişe ediyor.
Manevî bir sinema ile karşısındaki lisenin büyük kızlarının elli sene sonraki vaziyetleri görünüyor ona. Onların bir kısmının hayatın gayesini anlamadan kabirde toprak olup azap çekmesine; diğer kısmının da yetmiş-seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğini kaybetmiş, sevgi beklediği nazarlardan nefret görmesine üzülüyor. Onların o acınacak hâllerine ağlıyor, kendi dertlerine değil.
Hücrede tam bir tecrid içerisinde kendisine çok şiddetli işkenceler yapılmasına aldırmıyor o. Sular içerisinde, karanlık ve soğuk bir hücrede 12 gün tutulması da heyecanını söndürmüyor onun. Öldüğü sanılarak tam 12 gün sonra hücresinin kapısının açılmasını da dert etmiyor. O hücreden çıkar çıkmaz pencereden şahit olduğu bu hadiseye üzülüyor. İnsanların ebedi bir ölümle ölmesinden korkuyor. Yağmur olup akıyor gözyaşları. Hapishanedeki arkadaşları onun gördüğü zulümler yüzünden duygulandığını zannedip soruyorlar ona ne olduğunu.
Gözyaşları içerisinde:
“Şimdi beni kendi hâlime bırakınız, gidiniz.” diyor o büyük adam.
Ne Rus kumandanı ne 31 Mart vakası ne Hurşit Paşa ve ne Mahmut Şevket Paşa… ne esaretler, zehirlemeler, sürgünler ve ne baskı rejimleri yıkamamış o Çağın Eşsiz Güzeli’ni… Ama, mahzun bir gönül, ebedi hayatını mahveden bir beden görünce üzülüyor, yıkılıyor işte… Yüksek bir kaleden düştüğü an bile kendi canı ve hayatı aklına gelmiyor. Dâvâsını, insanlığa hizmeti düşünüyor. Sesinin çıktığı kadar bağırıyor:
"Dâvâm, Dâvâm!" diyor.
İnsanlığın bekasına hizmet etmek onun nazarında öyle değerli bir şey olmuş ki, o meseleyi dâvâ edinmiş, onu hayatının gâyesi bilmiş; o dâvâ uğruna maddî-manevî her türlü fedakarlığı göze almış.. Ve "dâvâm" diyen bu adam zindanın penceresinden bir neslin yok edilmesine ağlıyor…
Kaybettikleri şeylerden habersiz olmalarına, gamsızlıklarına, rahmetten uzak kalmalarına ağlıyor!...
Duygularının dumura uğrayışına ve hoyratlaşan gönüllerine ağlıyor!...
Bugün o büyük dava adamının yerinde, yüzbinlerce masum insan duruyor o hapishane pencerelerinde. Memleketin her bir bucağı olmuş Eskişehir Hapishanesi. Suçsuz insanlar sürüklenmişler zindan köşelerine. Sadece onlar değil, onlarla birlikte eşleri, çocukları, bebekleri, yaşlı anne-babaları da koparılmış hayattan. Bu sefer masum insanlara duyulan kinin sınırını kestirmek çok zor. Zira, daha önce pek yaşanmamış böyle bir düşmanlığın benzeri.
Ve şimdi onlar ağlıyorlar… şefkatli bir hüzün, şaşkın bir teessüf ve sevgi dolu bir hasretle...
Bu güzel insanların yerine, caniler, esrarkeşler, katiller salınmışlar sokağa, şehre…okul kapılarına.. Taşlar bağlanmış, melek misal insanlar zincirlenmiş…
Samimi gönüller, Üstadları gibi gözyaşları içinde izliyorlar gencecik nesillerin yok edilmesini. Demir parmaklıklar, mahzenleri andıran ıslak, nemli duvarlar engelliyor onlara uzatılacak elleri…
Ne o büyük adamın pencereden izlediği raks eden kızlar kalmış okul bahçelerinde ne de kalp ve ruh hayatı… Şimdi her şey daha bir kötü olmuş.. Gençlerin kafası bulanık, baygın baygın bakıyorlar hayata… Her şeyi maddede arayan körlüğün paletleri altında ezilip preslenmişler... yapışmışlar nefsin asfaltına.
Televizyonlarda, gazetelerde, dergilerde…hayatın hemen her karesinde karakterli insan olmak yerin dibine geçiriliyor. Bir yarış halini almış, samimi Hizmet sevdalılarını küçük düşürmek. Âdetler, ahlâk kaideleri mümkün olduğunca çiğneniyor. Mazur görülüyor her türlü çirkinlikler; hatta teşvik ediliyor. Gençlerin isyancı ruhu, serkeşliği, şehvanî arzuları, servet ve şöhret tutkusu körükleniyor olabildiğince. Hep görünmedik, bilinmedik şeyler… hayalden şatolar, âşığına visal vadeden bir fettan, bir alufte...
Bir zamanlar, Hizmet sevdalılarının ellerinde mefkure sahibi olan bu gençler, yürekler acısı bir manzara sergiliyor. Sindirilmiş, azmi kırılmış, çeşitli oyunlarla birbirine düşürülmüş. Çarpık fikirli, zayıf iradeli, azimsiz, şuursuz ve gayesiz bir nesil.
Hizmet düşmanlığında birleşen insafsız kalpler, insanı çıldırtacak şekilde basit bir menfaat arzusuna tutulmuşlar. Ülkede olup biten bu tükenişleri, zulümleri ölüm sessizliği içinde seyrediyorlar… Filmde izledikleri bir sahne kadar dahi üzülmüyorlar bu medeniyet beşiğinin yağmalanmasına…talan edilip yok edilmesine…
Ülkenin bir zamanlar destanlar yazan cesareti, kahramanlar doğuran aklı ve ilmî gücü koparılıp atılmış zindana. Bozguncuların, fesat ve süfyan şebekesinin tahribatına karşı tamir yolunu tutup can siperane mücadele edecek olan o garipler, kederle izliyorlar bunları hapishane penceresinden…
Bu ülkenin sözde Müslüman evlatları, bu masum insanlara kin duymakla, amel defterlerini sevapla doldurduğunu zannediyorlar… Onun için, öfke duydukları o masum bebekler eriyip giderken zindanlarda ya da hicret yollarında, bu insan namını taşıyan zavallı canlılar, zamanın yumuşak yatağında başını gaflet yastığına gömmüş, Cennet nimetlerini hayal ediyorlar...Arzularına göre kurdukları ve onlardan başkasına nasip olmayacak bu Cennetlerde, köşkler ve hurilerle kendilerinden geçiyorlar.
Onlar, kendilerine kadar ulaşan mukaddes değerlerin büyüsünü anlamıyorlar. Okuyup nasihat ettiklerini sinelerine indirmiyorlar, yaşamıyorlar; bu öğütlerin kendilerine de hitap ettiklerini hiç düşünmüyorlar. Başları bulutlarda menfaatlerini peylemeye çalışırken ayaklarının dibinden yatak odalarına kadar sızan kobraları, yılanları, çıyanları sezemiyorlar...
Ne mutlu o garip Hizmet insanlarına ki bütün bunlara takılıp kalmamışlar. Bir hapishane penceresine mahkum edilmişler; ama uğrunda ölecekleri kutsal düşüncelerine halel getirmemişler. Haksızlık karşısında eğilip bükülmemişler. Bir menfaate alınıp satılmamışlar. Onlar ki, kendi kurtuluşları kadar şu kendilerine zulmedenlerin evlatları için de kurtuluş yolu arıyorlar. Ne kadar sevgi dolu yürekler ki, her şeye rağmen hapishane pencerelerinden ülkenin evlatları için gözyaşı döküyorlar!
Ve ne mutlu onlara ki, Eskişehir Hapishanesi’nin penceresindeki o büyük adam:
‘Kardeşlerim! Sizin hapis meyveleriniz, benim nazarımda firdevs meyveleri gibi hoştur, kıymetlidir. Benim sizler hakkında büyük ümitlerimi ve dâvâlarımı tasdik ve tahkik ettiği gibi, tesanüdün kuvvetini pek güzel gösterdi.’ diyerek onları övüyor. (Şuâlar, On Üçüncü Şuâ)
Ve ne bahtiyar o insanlar ki, kader onlara bir vazife taksimi yapmış. O hapishane penceresinde olmayan diğer kardeşleri, evlerine dönmeyen o yüz binlerce sahabeler gibi gittikleri yerlerde toprağın bağrına düşüp oraları yeşertmek için hicret yollarına düşmüşler…
Hazan mevsiminde olduğu gibi yaprak yaprak dökülüşün, çiçek çiçek soluşun arkasından yeniden varoluşun kapısında duruyor o yiğit Hizmet erleri. Kaybettikleri mallarından, gençliklerinden, makamlarından müteessir değiller. Sonsuza ermedeki hazzı kavramış olduklarından hallerine şükrediyorlar. Bu ağır süreç onlarda ebedi aleme karşı ciddi bir iştiyak uyandırmış.
Geride, o hapishane pencerelerinde kalan arkadaşlarına karşı çok merhametli, şefkatli ve vefalı bunlar. Bütün insanlığı himmetleri yapmanın sevdasıyla gurbete çıkmışlar. Gerektiğinde sevdaları için arzularını yüreklerine bastırmasını bilen gönüllüler bunlar. Sarsılmaz, yılmaz, dönmez, şefkat ve merhamet abidesi insanlar. Elleri tek bir şey için işleyecek, kafaları tek bir şey için çalışacak, ayakları tek bir şey için yürüyecek… koşacak: İnsanlığın huzur ve bekası…
Cânân dilemenin canı terk etmekle olacağını çok iyi biliyorlar. O Ebedi Cemal’e bir anlık kavuşma için yıllar yılı hicrana önceden kararlı onlar. Hakk rızası için yüzlerce defa gözyaşı ile yoğurdukları çamuru seve seve gözlerine sürme diye çekmeye razılar…
Sevgi ve hoşgörü medeniyetinin hizmetkarları onlar... Hayatın farklı renklerini bir tabloda kullanarak Picasso’nun ölümsüz eserleri gibi bir eser meydana getirme arzusunda olan sevdalıları…
Bir tarafta çok şiddetli kin ve hasedin meydana getirdiği sefillik, ayrılık, hastalık ve ölüm…
Diğer tarafta birilerinin nefretlerini kusmak için bu kahraman hizmet erlerinin arkasından söyledikleri yalanlar, iftiralar, hakaretler; yaptıkları zulümler, işkenceler…
Ama, filizleri, fideleri dünyanın dört bir yanını tutan bu yeniden diriliş hareketi bunlardan hiçbirine takılmayarak yoluna devam ediyor...
‘Şimdi gel sen de dikenler içinde olsan bile, bu davaya omuz ver, gül türküleri söyle! Çevrene yumuşatıcı nefeslerle bir şeyler fısılda! Toparlan, gönlüne açıl ve gelip ruhunun üzerine çöreklenen rahatlık cadısını kov!
Ah u enine hasret seccadene koş ve iniltilerini gözyaşlarınla nefeslendir! Nefeslendir ki bu ah u efgan ve bu mübarek damlalar, değil geçici karanlık ve dünyevi ateşleri, Cehennemin kıvılcımlarını dahi söndürüp, ateşin bağrında “berd u selâm”lara inkılap edecektir.
Çevrendeki sisten-dumandan endişe edip geri durma! Atmosferine çarpan meteor taşlarıyla sarsılma! Feleğin dölyatağında gerinen mutlu yarınları gör ve rüyaların Hira’sında, hülyaların Tur’unda Sonsuz’dan gelen nefesleri duymaya çalış!
Çalış ve çerağını, o ışıktan tutuştur; bir karanlık bucağı da sen aydınlat! Karanlığa sövmek değil, aydınlık yolunda bir mum yakmak marifet!... Yarasaları yarasalarla baş başa bırak! Her gün biraz daha ışığa doğru kayan şu talihli dünyada bizlere ruhun bestelerinden bir şeyler mırıldan!” ***