Sarayın duvarlarında yankılanıyordu hiddetin ve şiddetin zulme bulanmış sözleri… Nasıl beraat edilirlerdi? Nasıl?.. Nasıl?..
Derhal tekrar yargılanmalı ve en ağır cezalara çarptırılmalıydılar…
27 yaşındaki Dostoyevski ve arkadaşları yargılanıyordu… Aslında herhangi bir suç unsuru yoktu ortada. Sarayın sözlerine borazanlık yapmamaları… iyiyi, güzeli ve vicdana yakın olanı söylemeleri suçlu olmalarına yetmişti.
Sevgi bağıyla bir gruba mensup olma vehmi vardı sadece ortada. Sırf bu kuruntudan ve muhalifleri yok etme dürtüsünden dolayı, Dostoyevski ve arkadaşları 10 ay boyunca hücre hapsinde neyle suçlandıkları söylenmeden tutulmuş ve ardından da 5 ay boyunca yargılanmışlardı.
Hücre hapislerinde işkence yapılarak itiraflar, isimler alınmaya çalışılmıştı. Suç delilleri oluşturulmaya çalışılmış; ama olmamıştı.
İşte bütün bu sorgulamaların yargılama sonucunda zanlıların masum olduğuna karar verilmişti.
Ancak ülkenin dikta yönetimi böyle bir beraat istemiyordu. Onların sözleri, kararları hukukun da adaletin de üstündeydi. Nasıl olur da kendilerine rağmen böyle bir karar verebilirlerdi!
Dostoyevski ve arkadaşları derhal yeniden yargılanmalı ve kayıtsız şartsız cezalandırılmalıydılar.
İstenen belliydi. Yeniden yargılama sonunda o insanların bu sefer idamlarına karar verildi. Bu aynı zamanda emsal olacak ve pek çok yargılamada ‘birilerinin ne dediği, ne istediği’ adaletin..hakkın da hukukun da üstünde tutulacaktı.
Dostoyevski ve diğer arkadaşları için artık hiçbir hayat ihtimali kalmamıştı.
22 Aralık 1849 sabahı mahkumlar idam edilecekleri meydana götürüldüler. Çar yaşanacak olan dramı zevkle izlemek için en küçük ayrıntısına kadar her şeyi bizzat kurguluyordu. Ölümün soğukluğu karşısında mahkûmların ne derece küçüleceğini, fikirlerine ne derece sahip çıkacaklarını görmek istiyordu. Ölüm karşısında ağlayıp sızlanmalarını, yalvarıp yakarmalarını görüp onları iyice aşağılamak arzusundaydı. Tezgahladığı büyük oyun sahneye konulurken zevkten kuduruyordu.
27 yaşındaki Dostoyevski ve arkadaşlarının gözleri kapatılarak kazıklara bağlandılar. Ölüm tamburu vurulurken, infazı gerçekleştirecek askerler tüfeklerini dolduruyorlardı. Hayatla ölüm arasında bir-iki dakikalık bir mesafe kalmıştı.
“Bugün 22 Aralık’ta hepimizi Semyonovski meydanına götürdüler. Orada bizlere ölüm hükmümüz okunduktan sonra öpmemiz için haç verildi ve başımızın üzerinde hançer kırıldı. Mezar tuvaletlerimiz (kefenlerimiz) de hazırlanmıştı. Sonra içimizden üçünü ölüm cezasını yerine getirmek için kazıklardan yapılmış çitin önüne götürdüler. Ben altıncı sıradaydım. Üçer kişilik topluluklar halinde çağırıyorlardı bizi. Ben ikinci toplulukta olduğum için bir dakikadan fazla ömrüm kalmamıştı. O zaman seni düşündüm kardeşim benim. Son anımda kafamda yalnız sen vardın…” (Mektuplar, Dostoyevski)
Tam infaz gerçekleştirilecekken, bu tüyler ürpertici oyuna bir anda son verilip Çar’ın yeni kararı okundu. Sibirya’ya sürgün edileceklerdi… Ağır hapis şartları…
‘Hukuk, mahkeme, adalet…hepsi benim elimde’ hükmüne getirilmek isteniyordu. Böylece bu olay vasıtasıyla herkesin içine açıkça korku salınmıştı. Baş eğmeyenlerin hayatı Çar’ın dudaklarına bakıyordu… Bu korkunç oyunun, Dostoyevski üzerinde bıraktığı etki kendisi tarafından eserlerinde işlenecekti:
‘Kendisine ateş edilen ana dek bir umudu olacaktır askerin (Dostoyevski’nin); oysa aynı askere ölüme hüküm giydiğini bildirin -kesinlikle- ya çıldıracak ya ağlayacaktır. İnsanoğlu çıldırmadan dayanabilir mi böyle bir şeye? Niçin bu aşağılama, bu boş, çirkin, gereksiz vahşet? Kim bilir, dünyada yüzüne ölüm hükmü okunup işkencesi başlatılan, sonra da bağışlandın, gidebilirsin denen bir adam vardır ve o adam bize anlatabilir burada neler duyulduğunu. İsa bile sözünü etmiştir bu korkunç işkencenin. Hayır, insana reva görülemez bu!’ (Dostoyevski, Budala)
Çar I. Nikola’nın sahneye koyduğu bu Sahte İnfaz oyununun hemen ardından Dostoyevski, canice niyetler beslediği (o gün de yine olmayan suçlamalar uyduruluyordu) ve edebiyatçı Belinski’nin Ortodoks kilisesiyle devlet otoritesine karşı hakaret dolu mektubunu yaydığı için 4 yıl kürek cezasına, 6 yıl da er rütbesiyle seferi orduda hizmete mahkum edildi.
Dostoyevski, ağır işkenceler altında kürek mahkumu olarak geçirdiği Sibirya’daki hapis günlerini “Ölü Bir Evden Hatıralar” başlıklı kitabında anlatır. Bu eser ve diğer başyapıtlar bugün yaşanılan sürecin canlı olarak tarihin sayfalarına ne şekilde nakşedildiğini gözler önüne serer. Her tür adiliğin en yüce duygularla birlikte nasıl insanın içinde bulunabilecegini kanıtlar. İki yüzlü insanların iyi insanlar arasında nasıl tutunduğunu ve gücü elde ettikleri ilk fırsatta nasıl canavarlaştıklarını nakış nakış işler.
Sibirya’da yaşanılan mahkumiyetleri, mağduriyetleri, zulümleri yazmak için orada bulunmak gerektiğine dikkat çeken Dostoyevski:
“Bazı şeyleri yaşamadan anlayamazsınız, üzerinde yorum yapamazsınız” der ve şöyle devam eder: “Kitaplardan okuyarak veya düşünerek, gözlem yaparak varmadım ben bu sonuca. Gerçekleri yaşadım, öğrendiklerimi doğrulamak için de çok zamanım vardı.” (Ölü Bir Evden Hatıralar)
Hapishane hayatı çok ağırdı, ama Dostoyevski’nin hayatında büyük bir etki bırakacak olan Tatar Ali bütün samimi yaşamıyla adeta o günün şartlarında bir Hizmet insanı olarak karşısına çıkıvermişti... Bilim adamı Valihanov olsun, Dağıstanlı kardeşler olsun… hapishaneye hukuksuzca atılmış bugünkü samimi insanların izdüşümleriydi adeta…
"Yeraltından Notlar/Mektuplar” ya da kimi çevirilere göre "Ölüler Evinden Mektuplar" adlı eserinde Dostoyevski bunu şöyle anlatır:
"Dağıstanlı üç Tatar vardı. Onların üçü de kardeşti. Onların ikisi artık yaşlanmıştı. Ancak üçüncüsü Ali ise yirmi iki yaşlarındaydı. Görünüşte ise daha da genç gözüküyordu. Onun ranzası benim hemen yanı başımdaydı. Onun yakışıklı, berrak, akıllı ve aynı zamanda hayırsever ve saf görünüşü ilk bakıştan kalbimin ona ilgi duymasını sağladı. Ben kaderin her hangi başka birisini değil bizzat onu bana komşu göndermesinden o kadar mutlu idim ki... Onun batını güzelliği kâmil bir şekilde yüzünde – hatta çok güzel yüzünde de denilebilir - tezahür etmişti. Onu tebessümü o kadar güven vericiydi ki.. Çocuk gibi saf kalbi vardı. Büyük siyah gözleri çok nurlu ve cana yakındı. Ben her zaman hatta en zor ve kederli anımda dahi ona baktığımda huzur buluyordum. Tüm bunlara hiç mübalağa etmeden anlatıyorum...
Bu çocuğun böyle ağır bir ceza çekme yerinde kalbini nasıl bu kadar sıcak tuttuğunu, kendisinde aşırı dürüstlüğü nasıl yaşattığını, samimi, sempatik olmayı nasıl becerdiğini düşünmek dahi çok zordur. O kendisini mahvetmemiş ve ahlakı hiç bozulmamıştı. Çok hoş olan zahiri görünüşünün yanında oldukça güçlü ve dayanıklı karakter yapısına sahipti. Sonralar onu yakından tanıma fırsatı elde ettim.
Pak bir kız çocuğu kadar ahlaklı idi. Birisinin murdar, iğrenç, kirli, zalim ve haddini aşan davranışı onun güzel gözlerindeki ateşle yanıp kül olurdu. Bu onun zaten güzel olan gözlerini daha da güzelleştiriyordu. O kavga ve gürültüden uzak durmaya çalışıyordu.
Gerektiğinde kendisini savunmayı da iyi biliyordu. Asla kimsenin onu kaba bir şekilde rahatını bozmasına müsaade etmiyordu. Hiç kimse ile tartışmazdı. Herkes ona sevgi ve saygı duyardı.
Önceleri benimle sadece nazik bir şekilde hareket ediyordu. Yavaş yavaş onunla konuşmaya başladım. Birkaç ay içerisinde mükemmel bir şekilde Rusça konuşmayı öğrendi. O bana çok zeki, ciddi, adaba ve erkâna dikkat eden, analiz becerisi yüksek birisi olarak gözükmeye başladı.
Önceden şunu şöyleyim. Ben Ali'yi sıra dışı birisi olarak görüyorum. Onunla görüşümüzü hayatımın en güzel görüşlerinden birisi olarak hatırlıyorum. Allah tarafından verilmiş öyle güzel tabiata sahip olan insanlar var ki, onların ne zaman kötüye doğru değişeceğini düşünmek dahi insana imkânsız gelir. Onun için kalbin her zaman rahat oluyor.
Bir keresinde onunla beraber Naogornıy duasını okuduk. Duanın bazı yerlerini özel bir duygu ile okuduğunu hissettim.
Ona okuduğunu beğenip beğenmediğini sordum.
Aniden bana baktı ve yüzü kızardı.
- Evet! Gerçekten de İsa mukaddes bir peygamberdir ve Allah'ın kelamını söylüyordu. Ne kadar güzel!
- Sen en fazla neyi beğendin?
- Onun af et, kırma ve düşmanlarını sev diye söylediği yerler. O ne kadar da güzel şeyler söylemiş!
Ali sonra kardeşlerinin tarafına döndü ve büyük bir şevkle onlara bir şeyler anlatmaya başladı. Onlar uzun süre kendi aralarında konuştular ve olumlu manada kafalarını salladılar.
Sonra iltifat göstererek yani tam bir Müslüman tebessümü ile – bu tebessümü çok seviyorum ve bizzat bu tebessümün önemli olduğunu düşünüyorum – bana doğru döndüler ve İsa'nın Allah'ın elçisi olduğunu doğruladılar. Onun büyük mucizeler yaptığını, topraktan kuş yapığını ona üflediğini ve kuşun uçmasını anlattılar... Bunları söylerken ne söylediklerinden emindiler. İsa'ya ihtiram göstermelerinde çok memnun oldum. Ali ise kardeşlerinin bana iltifat etmelerinden oldukça mesut olmuştu. Neredesin şimdi, benim canım, gözüm, gözüm Ali!"
İşte bu güzel, samimi insanlar, Dostoyevski için büyük umut oldular. Güçlüklerle, aşağılamalar ve hakaretlerle karşılaştığında hep onlar gibi insan kalmaya çalıştı, hiç tükenmeyen umuduna tutunarak ayakta kaldı.
Dostoyevski, kürek mahkumu iken niçin bir fikre, bir inanışa sahip olması gerektiğini anlamış ve kendisini keşfedebilmişti.
Sibirya’da hapishane şartları çok zordu. “Yeraltına gömülü bir insan gibi yaşadım.” diyor eserlerinde Dostoyevski. “Soğuğa, açlığa ve hastalığa dayandım. Ağır işlerden sıkıntı çektim…”
Dostoyevski’nin bulunduğu cezaevinde bir de işkenceciler vardı. Mahkumlara sürekli kötü davranmaktaydılar. İşkencede sınır ve insaf tanımıyorlardı.
Fakat, işkencenin zaman aşımı yoktu ve bir gün bu işkencecilerden hesap soruldu, rütbeleri söküldü. Kimse kendilerine dokunamaz zanneden bu zalimler Dostoyevski gibi insanların o zulümleri korkusuzca yazması, tarihe kayıt düşmesi sonucunda hesaba çekildiler. Dostoyevski bunlardan birini işlediği suçtan dolayı mahkemede daha sonra yargılanırken görecek ve şöyle yazacaktı:
“Üzerinde üniforması varken bir fırtına, bir tanrıydı.(Haşa) Ama şimdi redingotunun içinde bir hiçti, daha çok bir uşağı andırıyordu. Şaşılası şeydir, üniforma bu çeşit insanları ne çok değiştiriyordu.” (Ölü Bir Evden Hatıralar, Dostoyevski)
Dostoyevski aynı zamanda Sibirya’daki o zor günlerde umutsuzluk karşısında kendisi ayakta tutacak tek şeyin dinsel inanç olduğunu da anlamıştı.
“Az önce ‘dinini yitirmek’ten söz ederken nasıl da acı vericiydi hali…! ‘Bu tabloyu seyretmeyi severim’ demişti; hayır, sevmiyor, ihtiyaç duyuyor. Yalnızca tutkulardan oluşan biri değil…; yitirdiği inancını geri almanın savaşımını veren bir eylemci. Ona şimdi ıstırap derecesinde gerekli bu… Evet! Bir şeye, birine inanmak ihtiyacında.” (Budala, Dostoyevski)
Dostoyevski o zor günlerden sonra insanların gönlünde yer etti, dünyaya mal oldu. Ona o zulümleri reva görenler ise çok kötü şekilde intihara sürüklenen ibretlik hayatlarıyla… canavarlığa boyanan isimleriyle, cisimleriyle beraber tarihin kirli, karanlık çöplüğünde her seferinde lanetle anılıyorlar.
Dostoyevski’nin o gün yaşadıklarını günümüzde samimi insanlar yaşıyor… Onların da hikayeleri, romanları yazılıyor… Tarihin silinmez defterine en ince teferruatına kadar nakşediliyor bu zulümler, hukuksuzluklar…
Bu güzel ve masum insanları hala anlamayanlar… yalanla, iftirayla, kin ve nefretle onları yok etme hevesine kapılanlar... Bir gülü, bir çiçeği soldurmakla bahara engel olacaklarını zannedenler aldanıyorlar. Şimdiye kadar doğru yolda yürüyen insanları hiç kimse engelleyemedi. Bugün ağır zulümlere maruz kalan hizmet gönüllüleri de yarın, Allah’ın inayetiyle, insanlığın gönlünde taht kuracaklardır.
Ve siz insafı elden bırakanlar, torunlarınızın ellerinde onların hikayelerini, romanlarını gördükçe kahrolacaksınız…