Mehmet Özyurt, Diyarbakır’da hizmet aşkıyla hiç durmadan sürekli koşturuyordu. Çünkü omuzlarında farzlar üstü farz bir iş olduğunu iyi bilmekteydi. Çok zor şartlarda ev açıyor, öğrenci yetiştiriyor… her yaştan, her baştan insana maddi-manevi yardımda bulunuyordu… Neredeyse selam vermediği, elini uzatmadığı kimse kalmamıştı şehirde… M. Yavuz da yıllarca Mehmet Özyurt’tan hep iyilik gören birisiydi. Fakat o, Hürriyet'in muhabirinden bolca para alarak bir kağıt imzalamış ve bu samimi Hizmet insanı hakkında iftiralarda bulunmuştu.
17 Temmuz 1986'da Hürriyet Gazetesi şöyle bir manşet atıyordu:
"Kara Tehlike-İrtica... Şeriatçı Hoca öğrencilere kanca attı".
İftiracının Hürriyet Gazetesi’ndeki bu haberi üzerine Mehmet Özyurt’u tutuklayıp Diyarbakır Cezaevi'ne kapattılar. Bundan sonrası hem Hocaefendi hem de samimi gönüller için çok zor olacaktı…
Mehmet Özyurt’un yapacağı sohbetlerle ilgili not defterine yazdığı bazı bilgilerden hareketle Hocaefendi’nin ismini de bu olaya karıştırdılar… karıştırmak istediler… Zaten asıl hedef de buydu…
Diyarbakır baskınından sonra bir kısım basın 'irtica' yaygaralarına tekrar başladı. Manşetler 'İrtica' diye çekilirken birinci sayfaya, manşetin altına Hocaefendi’nin video kaydından alınan sarıklı resimleri konuluyordu. Mevcudiyeti ve düşünceleri büyük bir suçmuş gibi gösteriliyordu.
Hocaefendi, kendi resminin altındaki yazıları okudukça ürperiyordu. Hele bir tanesi resmin altına kocaman harflerle 'İşte Fethullah Hoca' diye yazmıştı. Hayatında hiç evlenmemiş olmasına rağmen dört hanımı olduğu, dikili bir ağacı bulunmamasına rağmen İzmir'den Edremit'e kadar zeytinliklerinin bulunduğu iddia ediliyordu. Gün, her türlü belanın etrafta dolaştığı gündü.
Tabii bu, haberlerin tamamından haberdar olmasa bile Mehmet Özyurt için en büyük felaketti… Hiç ummadığı bir iftirayla Hocaefendi’nin linç edilmek istenmesi onun için en büyük cehennem azabıydı… Yardım ettiği, elinden tuttuğu… gece gözyaşları içinde kendisine dua ettiği bir öğrencisinin buna sebep olması inanılmazdı…
Bu arada, bu olaylar daha patlak vermeden önce Ali Kervancı ve bir grup güzel insanın sürekli ısrarlarıyla Hocaefendi hacca gitmek için hazırlık yapmıştı. İşte tam da böylesi sıkıntıların baş gösterdiği o günlerde Hocaefendi bir müddet kararsız kaldı… Ama arkadaşlarıyla yaptığı istişare neticesi niyet edilen bu manevi seyahatin hayırlı olacağı yönünde fikirler aldı.
Medyada kendi aleyhinde çıkan şiddetli haberleri kastederek: “Buna karşı ruhumda duyup hissettiğim sıkıntılarla, yine özlemini çektiğim o kutsal mekanlara gidip, dua etme ve o arındırma muslukları altında yıkanma ihtiyacını duydum.’ diyor Hocaefendi. Gazetelerde yer alan bu iftiralar belki de bir süre sonra toz gibi dağılır giderdi…
Ve Hocaefendi, 6 Haziran 1986 yılında üçüncü kez hac yolculuğuna çıktı.
Bu arada, DGM Savcısı, davacı ve iftiracı M. Yavuz'a mahkemede soruyordu:
- Bunlar ne yapıyorlardı?
- Efendim evde sarık ve takke ile namaz kılıyorlar, şalvar giyiyorlar.
Savcı insaflı birisiydi:
- Sen bunların İslam Cumhuriyeti Devleti kuracaklarını iddia ediyorsun, namaz kılmanın devlet kurmakla ne ilgisi olabilir?
Savcı, onun çok tutarsız sözlerinden dolayı, Mehmet Hoca ile arkadaşlarının salıverilmelerini ve o iftiracı öğrenci M. Yavuz'un ise tutuklanmasını istedi. Öyle de oldu…
Mahkemeden sonra, kısa bir süre bile olsa, kader M. Yavuz ile Mehmet Özyurt’un bir arada bulunmasına fırsat tanıdı…
Bu ortamda Mehmet Özyurt, M. Yavuz'a:
- Bizden ne kötülük gördün de bizi şikayet ettin? diye sordu. O da:
- Ben sizden hep iyilik, yardım gördüm. Ama… Hürriyet'in muhabiri bolca para vererek aceleyle bana bir kağıt imzalattı. Ben böyle bir şey olacağını kestirememiştim, diyerek cevap verdi.
Sonunda Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi beraat kararı verdi. Fakat düzmece iftiralarla zavallı, suçsuz insanları süründürüp cezaevinde aylarca ızdırap çektirip mağduriyete sebep olan gazete bu beraat kararının haberini yapmadı.
Ülkede bunlar olurken, üçüncü haccında Medine’deki Mescidi Nebevi’de namazdan sonra bazı hacılar Hocaefendi’nin etrafını sarıyordu. Hocaefendi’ye ısrarla “Bize sohbet edin!” diyorlardı. Fakat, Hocaefendi, “Söz Sultanı’nın makamındayız. Onun yanında konuşmaktan hayâ ederim” diyerek bu teklifi kabul etmeyecekti.
Bu sıralarda Avrupa’dan hacca gelmiş olan bazı Türkler Medine’de Hocaefendi’yi görünce yanına gelip kendisiyle kucaklaştılar, ona hürmette bulundular. Suudi polisi sırf birkaç kişi ona bu şekilde ilgi gösterdi diye onu alıp karakola götürdü. Hocaefendi’nin yanında Ali Kervancı (Katırcıoğlu) vardı. Ali Bey hemen bir taksi tutup öğrenimini İzmir’de Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yapmış olan ve Medine’de çalışan Ürdün asıllı Doktor Ahmed Kahid’i bulmaya gitti. Doktor Kahid, İzmir’deki öğrencilik yıllarında Hocaefendi’yi tanımıştı. Hatta, 12 Mart’ta Dr. Kâhid de tutuklanmış ve Hocaefendi ile birlikte hapiste kalmıştı.
Hocaefendi ancak Doktor Kahid’in araya girmesi ve kefil olmasıyla serbest kalabildi. Serbest bırakılırken bir de kâğıt imzalamak zorunda kaldı. Kâğıda göre Hocaefendi bir daha aynı hareketi yapmayacaktı. Türk hacılarla bir araya gelmesine ve onlarla kucaklaşmasına yasak getirilmişti. Aksi halde, haccı tamamlayamadan sınır dışı edilecekti.
Mehmet Özyurt bırakılmıştı ama Hocaefendi, Türkiye’de kendisinin suçlu ilan edildiğini duyuyordu. Fakat tam olarak ne ile suçlandığını bilmiyordu. Aslında hakkında bir arama emri olup olmadığı da tam olarak belli değildi. Türkiye’ye döner dönmez uçağın kapısında gözaltına alınmak gibi kötü bir hadise yaşamak istemiyordu.
Dostları bundan sonraki hayatını Medine’de devam ettirmesi için yoğun ısrarda bulundular. Ancak Hocaefendi bunu kabul etmedi. Yakalanmadan Türkiye’ye girip suçsuz olduğunu ispat etmek istiyordu.
Kendisiyle birlikte hacca gelmiş olan İsmail Büyükçelebi ve Barbaros Kocatürk’ü önden uçakla Türkiye’ye gönderdi. Türkiye’ye inen uçağın kapısında gerçekten iki sivil memur, uçaktaki yolcuların kimliğini tek tek kontrol etti. Büyükçelebi, durumu telefonla Hocaefendi’ye iletti. Türkiye'de havaalanlarında sıkı aramalar ve kontroller yapıldığını, birtakım listelerin elden ele dolaştığını ve Fethullah Gülen isminin bu listelerde baş sıralarda yer aldığını Hocaefendi’ye bildirdi. Haberler fevkalade endişe vericiydi. Bir yanda yıllardır özlemini duyduğu Peygamber diyarında kalmak, bir yanda da dönmesi halinde her türlü sıkıntıya katlanmak zorunda kalacağı ülkesi vardı.
Normal şartlarda, Hocaefendi de bu uçakla Türkiye’ye dönecekti. Ve gelmesi durumunda gözaltına alınacağı çok açıktı.
Bir “komplo”yla karşı karşıya olduğunu düşünen Hocaefendi, Türkiye’ye karayoluyla giriş yapmaya, Diyarbakır olayının içyüzünü öğrendikten sonra kendiliğinden savcıya gidip ifade vermeye karar verdi. Hocaefendi 1986 yılının Eylül ayında ilk önce Cidde’den uçakla Ürdün’ün başkenti Amman’a, oradan Suriye’nin başkenti Şam’a geçti. Şam’dan Türkiye sınırındaki Halep’e gidecek, oradan da çok tehlikeli mayınlı, dikenli tarlalardan geçerek Kilis’ten Türkiye’ye giriş yapacaktı.
Hoacefendi, yolun bu son kısmında güvenlik gerekçesiyle yanına sadece bir kişiyi almıştı: Hayati Yavuz… Az kişi ile yakalanmadan hareket etmek daha kolaydı. Yanında olan diğer arkadaşları çoktan Türkiye’ye dönmüşlerdi.
“Benim candan sevdiğim Hayatî kardeşim vardı, Kazakistan’da defnedildi. Arandığım dönemde Türkiye’ye kaçak olarak girmiştim; arandığım için kaçak Türkiye’ye girdiğimde yanımda bizden tek insandı o. Yaya, yedi-sekiz kilometrelik yeri beraber geçtik; tir tir titriyordum soğuktan. ‘Hocam, sırtını sırtıma ver benim!’ demişti. Ama gitti Kazakistan’a… Hasta idi, ‘Türkiye’ye dön! Hastanede tedavi olursun!’ dedim. ‘Hayır, ben Hizmet için oraya gittim, dönemem!” dedi.’ (Bamteli: Yol, Çile ve Akıbet, 06/10/2019)
Hocaefendi, çok sıkıntılı ve oldukça tehlikeli olan bu sınır yolculuğundan sonra Gaziantep üzerinden Ankara’ya, oradan da İzmir’e geldi. İzmir’de bir sabah saat 07:30’da İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne gitti. Sabahın erken saatinde savcılar henüz yerlerine gelmemişti. Bir saat kadar bekleyen Hocaefendi, yerine gelen DGM Başsavcısı Enver Güner Tuncelli’nin odasına girerek, “Ben aradığınız Fethullah Hoca’yım. Beni arıyormuşsunuz. İfade vermeye geldim” dedi. Başsavcı Tuncelli, beklenmedik bir anda onu bu şekilde karşısında görünce şaşırdı. Askeri savcılardan Yüzbaşı Mustafa Çamuk’u arayarak “Fethullah Hoca geldi” dedi. Ardından da Hocaefendi’ye, “Savcı Mustafa Bey’in odasına gidin, ifadenizi alsın” dedi.
İfadeyi alan askeri savcı, Diyarbakır’daki Mehmet Özyurt’un tutuklanması olayın başlayarak pek çok soru sordu.
Savcı, sorgulama sonucunda Hocaefendi hakkında herhangi bir soruşturma emri bulunmadığını, hakkında suç delili niteliğinde herhangi bir tutanak ve belge düzenlenmediği bilgisini elde etti. Hocaefendi hakkında 15 Nisan 1983 tarihli takipsizlik kararını verdi ve tutanağına şunları yazdı:
“Sonuç olarak, uzun müddet sürdürülen soruşturmaya rağmen, Fethullah Gülen’in Bornova’da görev yaptığı süre içinde ve daha sonraki dönemde laikliğe aykırı ve şeriat düzeni kurulması yönünde çalışmalar yaptığına dair delil elde edilememiştir.”
Bu haber Mehmet Özyurt için çok sevindiriciydi. Şükür nevinden Hizmet yolundaki gayretlerini ikiye, üçe katlamıştı. Başlarına dolanmak istenen düzmece hadiseleri Allah’ın inayetiyle atlatmışlardı.
Bundan sonra hiç durmadan farklı yerlere ziyaretler yapıyordu Mehmet Özyurt… Son günlerinde çıkacağı o yolculuk da bunlardan birisiydi… Gaziantep ve Urfa'da açılan bazı eğitim müesseselerinin açılışı dolayısıyla oralara gidecekti...
Evden çıkarken eşine şunları söylüyordu:
"Öleceğime hiç üzülmüyorum. Sana üzülüyorum. Arkanda bakanınız yok. Beş çocukla, ne yaparsın?"
Eşi Şükriye Hanım, bu konuşmalara bir anlam veremiyordu o sırada:
"Çocuklarını öptü, ayakkabısını giydi. İçeriye bakıyordu. 'Ne oldu' dedim, 'Bir şey yok' dedi. Bir basamak indi. Döndü, baktı. 'Ne oldu, bir şey mi unuttun' dedim. 'Hayır' dedi. Gözleri ıslaktı. İnerken ben kapıyı kapattım, içimde büyük bir sıkıntı vardı. Geri açtım kapıyı, gitmemiş. Orada duruyordu. 'Bir şey mi var' dedim. 'Yok' dedi. Yüzüme dikkatlice baktı. 'Allah'a ısmarladık' dedi, koşar adımlarla indi. Kapıyı kapattım, hemen balkona koştum. Balkonumuz müsaitti. Aşağıya baktım gitmiş, göremedim. Onu son görüşümdü."
Ve bu… Mehmet Özyurt’un son yolcuğu olacaktı…
Devam edecek…