Arşı titreten inlemeler yükseliyordu Şefkat Peygamberi’nin mübarek dudaklarından. Yürekleri yakan, sahabeyi gözyaşlarına gark eden içten içe inlemelerdi bunlar. Hicret edemeyip de arkada kalan arkadaşlarına ağlıyordu İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem):
- Ashabımı kurtar Allah’ım!.. Müminleri kurtar Allah’ım!..
Bu içten yakarışlar, sadece ashabının gönüllerini değil, mescid-i Nebevi’nin hurmadan olan sütunlarını, kerpiç duvarlarını; Medine’nin sokaklarını, evlerini, taşlarını titreten gözyaşlarına dönüşmüştü. Teheccüd namazında, sabah namazında, akşam namazında… ordan diğer vakitlere:
- Hapsedilen, işkence gören, ezilen müminleri kurtar Allahım!..
Mekke artık yaşanmaz hale gelince Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), imkânı olan herkese “hicret” emri vererek “Medine”nin yolunu göstermişti. Yavaş yavaş ve gizlice Mekke boşalmış, sahabenin büyük bir kısmı Medine’ye ulaşmıştı. Hicret edenlerin fedakârlığı ve Ensâr’ın diğergamlığı dillere destandı. Nihayet gökten gelen ikazla bu mukaddes yolculuk, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicretiyle zirveye ulaşmıştı. Medine’ye varır varmaz da çevreye hayat üflemeye ve Yesrib’i Medine yapacak adımları atmaya başlamıştı İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Başlamıştı ama kalbinin bir parçası, hicrete yol bulamayıp Mekke’de sıkıntı çeken ashâbının yanındaydı. Orada hâlâ hicret etmek için fırsat kollayan bir hayli insan vardı. Onlar da hicret için bütün güç ve kuvvetlerini sarf etmişlerdi fakat bir türlü engelleri aşamamışlardı. Elleri ayakları zincire vurulmuş ve zaman zaman en vahşi işkencelere maruz bırakılıyorlardı. Şartlar aşılması güç bir engel gibi duruyordu önlerinde.
Hatta, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kıymetli kızı Zeynep validemiz ilk göç teşebbüsünde saldırıya uğramış, bu sebeple çocuğunu düşürüp kan revan içinde kalmıştı. İman etmiş olduğu halde hicrete yol bulamamış ve müşrikler arasında tek başına kalmış başka kadınlar da vardı. Mesela; Ümmü Gülsüm Binti Ukbe bunlardandı. Babası, Efendimiz’i boğmaya teşebbüs eden, azılı müşrik Ukbe bin Ebî Muayt idi. Ümmü Gülsüm validemiz, Müslüman olup Rasûlullah’a biat ettiği andan itibaren, başta ailesi olmak üzere müşriklerden zulüm ve baskı görmüş ama Allah yolunda her musibete katlanmıştı. Önceleri, her fırsatta mümin kardeşleriyle bir araya geliyor, zaman zaman Peygamberimizi görüyordu ki bu da onun acılarını dindiriyor ve eziyetlere tahammül gücünü artırıyordu. Fakat inananlar Medine’ye göçünce, adeta yalnızlık ve gariplik zulmetiyle baş başa kalmıştı. Bir yanda sürüp giden işkencelerin acısı, diğer tarafta sevdiklerinden uzak oluşun hicranıyla tam yedi sene kıvranacaktı.
O masumların, mazlumların mahpus kalmaları ve sürekli zulüm görmeleri, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüreğini hüzünle dolduruyordu. Rahmet Peygamberi, her gün defalarca onları anıyor, sabah-akşam kunutlarında onlar için dua ediyor, ağlıyordu. Özellikle sabah namazının son rekâtında rükûdan secdeye geçeceği sırada, bazı sahâbîleri isimleriyle, diğerlerini de umumen anıyordu:
- Allah'ım, hidayet ettiklerinin yoluna bizi de hidâyet et. Allah'ım, âfiyet ver. Dost edindiklerinle beraber bizi de dost edin. Verdiğin şeyleri bize mübârek eyle. Hükmettiğin şeylerin şerrinden bizi koru. Şüphesiz Sen hüküm verirsin, fakat kimse sana hüküm veremez. Senin sevdiklerin zelil olmaz. Senin düşman oldukların ise aslâ aziz olmaz. Rabbimiz, sen mübarek ve yücesin.
Allah’ım! İbn-i Ebî Rabîa’yı kurtar! Allah’ım! Seleme ibn-i Hişâm’ı halâs eyle! Allah’ım! Velid ibn-i Velid’e necat ver. Allah’ım! Mekke’de hakları ellerinden alınan ve sömürülen bütün müminleri kurtar!
O’nun mübarek gözlerinden yağmur gibi yaş boşalırken, Ashab-ı Kirâm da buna kayıtsız kalmıyordu. Onlar da gözyaşlarıyla Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hüznüne iştirak ediyorlardı.
Onlar, kadınıyla erkeğiyle, geride kalanıyla hicret edeniyle, dünya yüzüne güleniyle gülmeyeniyle, gazi olanıyla şehadet şerbeti içeniyle bütün sahabîler, kendi başlarına gelenleri Hakk’ın hususî iltifati, ihsanı biliyorlardı. Dağınıklığa meydan vermeden, suçlu arama peşine düşmeden, yıkıcı, kırıcı eleştirilere kapılmadan Allah’ın kendilerine sunduğu krediyi tam değerlendirirken diğer taraftan arkada kalanlar için kederlenip kavlî ve fiilî dualar ediyorlardı. Asla taş atmıyorlardı kadere. En küçük bir imayla olsun Yüce Yaradan’ı kimseye şikâyet etmiyorlardı.
Ve bir Ramazan bayramı, sabah namazının ikinci rekâtında, rükûda, Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) kunut duası yapmadan doğrudan secdeye gitmişti. Selam verilir verilmez, Hazreti Ömer (radıyallahu anh) heyecan ve merakla sormuştu:
- Ya Rasûlallah, ne zamandır hicranla yâd ettiğiniz kardeşlerimize bugün dua buyurmadınız?
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek çehresinde tebessüm belirmişti:
- Allah kardeşlerinize kurtuluş lütfetti; yola çıktılar, geliyorlar.
Çok zor günlerden geçtiğimiz bu süreçte, Yüce Rabbimiz’in bütün arkadaşlarımıza, kardeşlerimize ve hangi inançtan, hangi anlayıştan olursa olsun zulüm altında inleyen bütün insanlara kurtuluş lütfedeceği günü hasretle bekliyoruz. Böyle bir lütfa çok muhtacız. Bize necat verecek olan sadece ve sadece Allah’tır. Ancak O (cc) bizi, kardeşlerimizi ve sıkıntı çeken herkesi bu ağır imtihanlardan kurtarabilir. Ama bu kasvetli havanın, şiddetli fırtınanın dinmesi için bir vakit vardır. Biz bilemiyoruz.
“Daha ne kadar sürecek bu zulümler? Nerde, hani beklenen bahar? Daha ne zaman, daha ne zaman? Şu gadre uğradı! Bu, işkence gördü! Şu, ciddi tahakkümlere, tasallutlara, insanlık dışı muamelelere maruz kaldı. Dua dua yalvarıyoruz ama olmuyor!” demek suretiyle, O’nun takdirât-ı Sübhâniyesine itiraz nev’inden laflar etmek, düşüncelere dalmak, tasavvurlar içinde bulunmak, O’na karşı saygısızlık olacaktır. Bundan dolayı, ‘sürecin ne zaman biteceği’ mevzuunda sabırlı ve saygılı olmak lazımdır.
Yürekten Allah’a inanıyorsak, yürekten Allah’a inananlarınki gibi bizim imtihanlarımız da eksik olmayacaktır. Belki de imanınızın derecesine, Allah’la münasebetinizin enginliğine, mefkûreye gönül vermenize ve İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönülden bağlanmamıza göre çok ağır imtihanlara tabi tutulacağız.
Bu açıdan, maruz kalınan musibetler karşısında insan sarsılsa da devrilmemeli. -Haşa ve kella- içten küskünlüklerle Allah’ın kazasına karşı rızasızlıkla mukabelede bulunmamalı!.. Biz ucuz bir şeye değil, ebedî saadete talibiz. Ardına düştüğümüz hedef bu kadar pahalı olunca, o hedef nispetinde de sıkıntıya katlanmamız, imtihanlardan geçmemiz gerekir.
“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!. Evet, onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçâr oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek hale geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214)
O halde sebepler planında fiili ve kavli duayla İlahi Dergah’a iltica etmekten başka çaremiz yok bugün.
Bugün yaşadığımız ağır şeyler kat’iyen bizi ümitsizliğe düşürmemeli. Hayal kırıklığına uğratmamalı. Dünyanın sevgi ve hoşgörü adına bizden beklediği şeylerden geri koymamalı. İhlas ve uhuvveti bozmadan yolumuza daha coşkun bir heyecanla devam ederken diğer yandan arkada kalan kardeşlerimizi de unutmamalı. Onlar için dua dua yakarmalı.
Sorguda, zindanda, çaresizliğin kollarında veya göç yolunda, hicret yurdunda ızdırap çekenlere duayla el uzatma seferberliğini daha ciddi bir şekilde devam ettirmeli. Teheccüdsüz bir gecemiz olmamalı. Rahmeti Sonsuz’a içten içe yalvarmalı:
‘Ey çaresizler çaresi! Sebeplerin sukût ettiği, içtimaî ahvalin boz-bulanık bir hâl aldığı, her yanda zâlimlerin "hay-hûy"unun duyulduğu, yığınların çaresizlikle kâh sağa, kâh sola toslayıp durduğu şu karanlık günlerde, zulmet zulmet içinde kıvrananlara nezdinden bir ışık gönder.. sonsuz kudretinle bütün zulüm ve haksızlık ateşlerine bir su serp.. şeytanın ocaklarını söndür ve iblislerin boyunlarına çözemeyecekleri tasmalar geçir. Allahım, Sana ve dinine düşmanca davranmak suretiyle kendilerine yazık edenlerin akıllarını başlarına getir. Fakat, şayet muradın bu değilse, onların buna liyakat ve istidatları yoksa, bütün bütün gayz, kin, nefret ve düşmanlığa kilitlenmişlerse, onların haklarından gel; şerîrlerin şerlerinden bütün mü'minleri muhafaza eyle!.. Amin!’
Hizmetimizin geleceği için her türlü fedakârlığa katlanarak sıkıntı çeken arkadaşlarımızı dualarımızda sık sık zikretmek bizim için öncelikli ve çok önemli bir vefa borcudur. Hislerimiz, heyecanlarımız ve beyanlarımızla her ellerimizi kaldırışımızda onlar için Cenâb-ı Hak’tan kurtuluş dilemek aynı davaya gönül vermenin gereğidir.
Dikkat edersek, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin değişik beldelerde bulunan Nur talebeleri için çok dua ettiğine şahit oluruz. Lâhikalardaki ifadelerinde de görüldüğü üzere sadece onlara değil, çoluk çocuklarına, akrabalarına ve beldelerine de dua etmek suretiyle onlara iman ve Kur’ân hizmetlerinde destek olmuştur. Ayrıca dualarının bereketine inandığını ifade ederek, hem kendisi hem de diğer Nur talebeleri için onlardan dua talep etmiştir. “Sizin dualarınızın bereketiyle, inayet-i ilâhiye her günümü bir ay kadar mesûdâne bir ömre çevirdi.” demiştir.
***
Muhterem Hocaefendi, içinde bulunduğumuz halle ilgili olması açısından, “kunut duası” ile alâkalı bir hatırasını şöyle anlatıyor:
“Bir gün merhum Osman Demirci Hoca’nın da aralarında bulunduğu bazı dostlarımızı misafir etmiştik. Fakir, o dönemde hiç aksatmadığım için sabah namazında yine kunut okumuştum. İçlerinden birisi:
- Siz Hanefîsiniz, niçin öyle yaptınız ki? diye sorunca,
- Malumunuz, Hanefi mezhebince belâ ve musîbet zamanında kunut okunur. cevabını verdim.
Misafirimiz biraz durakladı, şaşkın şaşkın etrafına bakındı, hal ve hareketleriyle:
- Hangi felaket?!. der gibi yaptı. O sırada rahmetlik Osman Hoca hüzünlü bir sedayla gürledi:
- Din-i mübînin günümüzdeki gibi ayaklar altında payimal olmasından ve Müslümanların mevcut zulümlere maruz kalmalarından daha büyük bir felaket mi olur? Vallahi, bugün ümmet-i Muhammed koca koca musibetlere maruzdur!.. dedi.
Evet, günümüzde yeryüzünün çoğu bölgelerinde özellikle ülkemizde İslam ve inananlar pek ciddi belalarla karşı karşıyadır; böyle bir dönemde gecenin koylarında kalkıp ihtiyaç lisanıyla tazarruda bulunmak her mü’minin boynunun borcudur.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), şiddetli bela ve musibet zamanında namazlarda kunut duasını okumuştu. Hocaefendi, kunutun 5 vakit namazda da yapılabileceğini söylüyor. Fakat, sabah ve akşam namazlarında cehri olarak okunması, cemaatin de amin demesi tercihinde bulunuyor.
Kunut duası, sabah ve akşam namazının farzının son rekatında rükudan kalktıktan sonra, ayakta eller kaldırılır ve okunur:
"Allahümmehdina fîmen hedeyte. Ve âfinâ fimen âfeyte. Ve tevellena fimen tevelleyte. Ve bariklena fîma â'tayte. Ve kınâ şerra mâ kadayte. Feinneke takdî velâ yukdâ âleyke. Ve innehu lâ yezillü men vâleyte. Velâ yeizzü men âdeyte. Tebârekte Rabbenâ ve teâleyte. Felekel hamdu âla ma kadayte. Nestağfirüke ve netubu ileyke. Ve sallallahu âla seyyiddina Muhammedin ve âla alihi ve sahbihi ve sellem."
"Allah'ım, hidayet ettiklerinin yoluna bizi de hidâyet et. Allah'ım, âfiyet ver. Dost edindiklerinle beraber bizi de dost edin. Verdiğin şeyleri bize mübârek eyle. Hükmettiğin şeylerin şerrinden bizi koru. Şüphesiz Sen hüküm verirsin, fakat kimse sana hüküm veremez. Senin sevdiklerin zelil olmaz. Senin düşman oldukların ise aslâ aziz olmaz. Rabbimiz, sen mübarek ve yücesin. Allah'ın Rasulü Muhammed'e salat ve selam olsun."