Affıyla, mağfiretiyle ve her hikmetli işin yazıldığı bir gece olması münasebetiyle çok mübarek bir zaman dilimi olan Berâat Kandili’ni idrak ediyoruz. Rabbim nasip ederse bu mübarek geceyi, Cuma yamaçlarının esintisiyle içi içe geçen iki mübarek zaman dilimi halinde idrak edeceğiz. Şefkat Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç’tan insanları ebedî saadete yönlendirmek için dönmüştü şu zulmet diyarına ama Mekke’nin zalimleri anlamıyordu, sevgi kaynağı o güzel insanı.
Mekke artık yaşanmaz hale gelince Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), imkânı olan herkese “hicret” emri vererek “Medine”nin yolunu göstermişti. Nihayet gökten gelen ikazla bu mukaddes yolculuk, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicretiyle zirveye ulaşmıştı. Medine’ye varır varmaz da çevreye hayat üflemeye ve Yesrib’i Medine yapacak adımları atmaya başlamıştı İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem). Başlamıştı ama kalbinin bir parçası, hicrete yol bulamayıp Mekke’de sıkıntı çeken ashâbının yanında, diğer parçası bütün ümmetinin elinden tutma münacaatındaydı.
Hicretten 17 ay sonra. Şaban Ayı’nın 13. Gecesiydi. Müminler için dua ediyor, ağlıyordu Sallallâhu aleyhi ve sellem. Allah’a yalvararak ısrarla müminlerin affını istiyordu. Ve o gece Rahmet Peygamberi’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetinin üçte birinin affedileceği bildiriliyordu. İnsanların ebedi saadetlerini kaybedecek olması yüreğini hüzünle dolduruyordu. Şaban Ayı’nın 14. gecesi yine hüzünle içini döküyordu Rabb’e. İçten içe yalvarıyor. Ümmetinin tamamen beraatını istiyordu.
Mahşerin dehşetinden herkesin, hatta peygamberlerin bile “Nefsi, nefsi!” dedikleri yerde, “Ümmeti, ümmeti!” diyerek merhamet ve şefkatini gösterecek olan Yüce Nebi o gece de yalvarıyordu Allah’a. Bu sefer kendisine ümmetinin yarısının affedildiği müjdesi veriliyordu. Ama Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) samimi bütün müminlerin elinden tutmak istiyordu. Hepsini alıp kendisiyle beraber götürmek istiyordu Ebedi Saadet Yurdu’na. Zamanın Allah’a en yakın zirvesi. O’na açılmanın rıhtımı, limanı, rampası sayılan Şaban Ayı’nın 15. Günü ise, Rahmet Peygamberi için (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha bir anlamlıydı. Miraç’ta gerçek mahiyetini gördüğü, kendisinin ruh ikizi olan Kâbe’ye, kıble olarak bugün yöneliyordu. Kendisine verilen büyük bir müjdeydi bu.
Hicret'ten önce Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke'de namaz kılarken, Kâbe'yi arkasına almıyor; Rükn-i Yemânî ile Rükn-i Hacer-i esved arasında namaza duruyordu. Böylece hem Kâbe'ye hem de Kudüs’teki Mescid-i Aksa'ya yönelmiş oluyordu. Hicretten sonra Medine'de Mescid-i Aksa'ya yöneldiğinde Kâbe'nin arka tarafta kalmasından üzüntü duyuyor, kıblenin Kâbe'ye çevrilmesini içten arzu ediyordu. Ve Şaban ayının 15'inci günü Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) öğle namazının ikinci rekatının sonunda arzu ettiği haber geliyordu: "Biz senin, yüzünü göğe doğru çevirdiğini elbette görüyoruz. İşte şimdi kesin olarak seni memnun olacağın kıbleye döndürüyoruz. Hemen yüzünü Mescid-i Harâm'a doğru çevir. (Ey mü'minler) siz de nerede olursanız, (namazda) yüzlerinizi, onun tarafına çeviriniz." (Bakara Sûresi, 144)
Tam da insanların kader defterlerine Şakî ya da Said diye ayrıldığı Berâat Gecesi’nin gündüzüne bu hadisenin denk gelmesi çok anlamlıydı. O günün gecesinde Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) dua ettiğinde kendisine ümmetinden isyan ederek Allah’tan kaçanlar hâriç hepsinin affedileceği müjdesinin verilmesi ise en büyük lütuftu. Hem Kıblemizi bulmamız hem de bu umumî af ve rahmet gecesinde tevbe, istiğfar ve duaların kabul edileceğine dair Rabbimizin müjdesi, Varlığın Yaratılış Gâyesi olan Peygamber Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) sevindiriyor, Beraat Gecesi’ne ayrı bir önem vererek değerlendirmesine vesile oluyordu: “Şaban ayının on beşinci gecesi olduğu zaman, geceyi ibadetle geçirin. Ve o gecenin gündüzünde oruç tutunuz. Çünkü o gece güneş battıktan sonra Allah Teâlâ rahmetiyle dünya semasına tecelli eder ve şöyle seslenir: ‘Benden mağfiret, bağışlanma dileyen yok mu, onu affedeyim, bağışlayayım. Rızık isteyen yok mu, onu rızıklandırayım. Başına bir musibet gelen yok mu, hemen sağlık ve afiyet vereyim.’ Böylece tan yerinin ağarmasına kadar bu şekilde devam eder. Muhakkak ki, Allah Azze ve Celle Şaban’ın on beşinci gecesinde rahmetiyle yetişip her şeyi kuşatır. Bütün mahlûkatına mağfiret eder. Yalnızca müşrikler ve kalpleri düşmanlık hissiyle dolu olup insanlarla zıtlaşmaktan başka bir şey düşünmeyenler müstesna.” (İbn-i Mâce, İkâme)
‘O, öyle bir gecedir ki her hikmetli iş, tarafımızdan bir emir ile, o zaman yazılıp belirlenir.’ (Duhan Suresi, 2-4) buyrulan Kutsal gece.
Doğumların, ölümlerin, rızıkların, zenginliklerin ve fakirliklerin. Vefalı kulların, asi kulların, er oğlu erlerin ve münafıkların. tek tek Saidler veya Şakiler diye defterlere kaydedildiği Beraat Kandili. Bediüzzaman Hazretleri’nin: “Beraat Gecesi, bütün senenin kutsî bir çekirdeği ve insanlığın kaderinin programı olması açısından, Kadir Gecesi gibi mukaddestir. Kadir Gecesi’nde her bir amelin, okunan Kur’an’ın her bir harfinin sevabı otuz bin olduğu gibi, Beraat Gecesi’nde de yirmi bine kadar çıkar. Bu geceler, elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için elden geldiği kadar Kur’ân’la, istiğfar ve salavatla meşgul olmak büyük bir kârdır.” diyerek dikkatlerimizi çektiği mübarek gece.
Bu umumî af ve rahmet gecesinde tevbe, istiğfar ve duaların kabul edileceğine değinen Hocaefendi, bilhassa külliyet kesbeden duanın kabule karin olacağını, aynı taleple çarpan yüreklerin sayısı arttıkça o niyazın Hakk katında kabul olma ihtimalinin de artacağını ifade ediyor. Bu mübarek gecede ülkemiz, ümmet-i Muhammed (aleyhissalatü vesselam) ve bütün insanlık için dua etmek gerektiğini vurguluyor. Kendilerini Hak yolunda hizmete adamış bütün Allah dostları, bu mübarek Berâat Gecesi’ni ihya etmek için ciddi gayret göstermişler; hatta ehlullahtan pek çokları Berâat’i yeniden bir doğum fırsatı olarak görmüşler; istiğfar, tevbe ve inabeleriyle kalbî ruhî hayatın yepyeni iklimlerine ilk adımı bu gece atmışlardır.
Bediüzzaman Hazretleri de Berâat’in hususiyetlerini nazar-ı itibara alarak, ilhamını hadis-i şeriflerden alan çok içli yakarışlarla dergah-ı ilahinin kapısını çalıyordu bu gece. Onun yakarışları tıpkı Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi sadece kendi kaderiyle ilgili de değildi. ‘Ben kendi elemlerime tahammül ettim, fakat İslâm’ın eleminden gelen elemler beni ezdi. Âlem-i İslâm’a indirilen her bir darbenin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar sarsıldım.’ Camii hocalarının rüşvet alıp işgal kuvvetleri adına hutbe okuduğu o günlerde hüznünde yalnızdı Bediüzzaman. Derdinde yalnız. Kederinde yalnız. Hislerinde ve gözyaşlarında yalnız. İçten içe yanıyor. memleketin başına gelen felaketlerden çok büyük ızdırap duyuyordu Üstad. Madem o da kendi geleceğinden daha ziyade insanlığın kaderini düşünüyor, dertleniyordu. bir Cuma gecesi sadık bir rüyada bir meclise davet ediliyordu:
- İslâm’ın kaderi için teşekkül eden muhteşem bir meclis seni istiyor. Gittim, gördüm ki münevver, emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Salihin’den ve âsârın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum.
- Sorun, cevap vereyim! Onlardan bir Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem) dedi ki:
- Ey felâket ve helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et.
O gün, o ali mecliste insanlığa olan Hizmet projelerini anlatıyordu Bediüzzaman. İstikbalde Hizmet edecek olan samimi insanları sinema perdesinde resmediyordu. Osmanlı Medeniyetini ve Batı Medeniyetini izah ediyordu. İki kültür arasında gelişecek olan ilişkileri. Birileri "Medeniyetlerin çatışması" üzerine tezlerini ürettiğinde, bunlara karşılık çatışmaları ortadan kaldırıp ortak değerler üzerinde uzlaşmanın mücadelesini verecek olan kahramanları hayal ediyordu. Çevresindekileri yenilenmeye, gelişmeye ve başkalarını kabullenmeye çağıracak, Allah'a inananları Allah inancında, inanmayanları ise sevgi ve hoşgörü etrafında diyaloğa davet edecek olan elçileri. İslam’ın aydınlık yüzünü gösterecek olan o yiğitleri. Müslümanlara bir yafta olarak takılan terörist imajını bir daha dirilmeyecek şekilde tarihe gömecek o babayiğitleri. İnsanların canavarlaşacağı, birbirini yiyeceği, adaletin ayaklar altında çiğneneceği, insafın, vicdanın, merhametin tamamen kuruyacağı, kimsenin, kendi hakkını müdafaa edemeyeceği, samimi ve masum insanların yok edileceği zor Hizmet günlerinden bahsediyordu. Mağduriyet ve mazlûmiyetler içinde yaşamaya zorlanan masumların bu işi yükleneceği günlerin hülyasını kuruyordu o gün o manevi mecliste, bulunduğu vazifeden ihraç edilen insanları, hiçleştirilen, itibarsızlaştırılan yüce kametleri, aç-susuz bırakılan gönülleri, “Ölsünler!” denilen karasevdalıları. “Gebersinler bizi kabul etmeyenler!” denen sevgi dolu yürekleri, tasvir ediyordu tek başına dertleri yüklendiği o gün. Ve Kainatın Efendisi’nin (sav) iltifatını alıyordu Üstadın bu hayali. İnsanlığa Hizmet edecek olan ‘kardeşleri’ni işaret edip müjdeyi veriyordu o gün Sallallâhu aleyhi ve sellem:
- Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır!
Onlar, süsleyeceklerdi Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Beraat gecesindeki müjdesini, Bediüzzaman’ın hayalini ve Hocaefendi’nin ümidini. “Yaşatmıyorsam, yaşamamın da bir anlamı kalmamıştır.” diyecek ölçüde kendilerini insanlığa hizmete adamış samimi yürekler. Samimi olabildiği ölçüde fedakârlık ortaya koyabilen peygamber âşığı, sahabe sevdalısı ümit yolcuları. Her şeyiyle hizmet yoluna bağlanıp, ihlasla O’nun rızası istikametinde hareket edenler. Şaşırmayan ve şaşırtmayanlar. Kendilerine bakanları hayal kırıklığına uğratmayanlar, kendileriyle beraber insanlığın da Beraat fermanını almasına vesile olacaklar.