On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler… M.Akif
Varlığın özü, yaratılış gayesi olan Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem tam bugün yani 20 Nisan Pazartesi sabahı dünyayı şereflendirdi. O’nun doğumu insanlığın yeniden doğuşu olmuştur.
Lâkin o ne hüsrandı ki: o gün olduğu gibi bugün de pek hissetmedi gözler…
Halbuki…Varlık bir şiir gibi O'nun sallallahu aleyhi ve sellem adına nazmedilmiş, Gönüller O'nun sayesinde varlığı bir meşher gibi temâşâ edip değerlendirebilmiş, bir kitap gibi okuyup yorumlayabilmiş ve O'nun aydınlık ikliminde yollar bulup Hakk'a yürüyebilmişlerdir.
‘Dünya neye mâlikse Onun vergisidir hep
Medyûn O'na cemiyeti medyûn O'na ferdi
Medyûndur O masuma bütün bir beşeriyet’
“Hakikaten, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı ümit eden ve Allah’ı çok zikredenler için Allah’ın Resulü`nde en mükemmel örnek vardır.” (Ahzab, 21)
Bediüzzaman Said Nursi, Peygamber Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) anlama yolunda bizi bir seyahate davet eder:
“İstersen gel, Saadet Asrı`na, Arap Yarımadası`na gidelim. Hayalen de olsa O`nu (sallallahu aleyhi ve sellem) vazife başında görüp ziyaret edelim.
İşte bak;
Ahlâkının mükemmelliği, yüzünün ve görüşünün güzelliğiyle seçkin bir Zât görüyoruz. Elinde mucizeli bir kitap, dilinde hakikatleri bildiren bir hitap, bütün insanlara hatta cinlere, meleklere ve bütün varlıklara ezelî bir hutbeyi okuyor. Âlemlerin yaratılışındaki hayret verici sırları çözüp açıklayarak ve kâinatın anlaşılması zor hakikatlerini keşfederek:
`Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?` gibi bütün varlıklara sorulan, akılları hayrette bırakıp meşgul eden üç zor, müthiş ve mühim soruya ikna edici makbul cevaplar veriyor.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 19. Söz)
Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa`nın (sallallahu aleyhi ve sellem) bilinmesi yaratılış hakikatlerinin anlaşılmasında büyük önem arz etmektedir.
O (sallallahu aleyhi ve sellem) kâinat kendisi için yaratılan İki Cihan Serveri`dir. O, öyle nurani bir ağaçtır ki bütün peygamberler O`nun canlı, dipdiri kökleri; veli zâtlar da O`nun taze meyveleridir. Mucizeleriyle bütün peygamberler ve kerametleriyle bütün veliler O`nun her davasını tasdik ederler.
Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğ ettiği ve tercümanı olduğu Kur’an-ı Hakîm’in beyanıyla en mükemmel insan ve yol göstericidir. Dost ve düşmanın ittifakıyla güzel ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. O uyulacak en güzel örnek, takip edilecek en güvenilir rehber ve düstur kabul edilecek en sağlam kanundur.
Zira, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemin.” “Ey Resulüm, Biz seni bütün insanlar için sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik!” (Enbiyâ, 107) denilen peygamberdir.
Allah (cc), Kur’an-ı Kerim`de Peygamber Efendimiz`e hitaben bize seslenir:
“De ki, ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmran sûresi, 3/31)
Allah`a imanınız varsa Allah`ı seveceksiniz. Allah sevgisi ise, Resûl-u Ekrem’e uymayı gerektirir. Çünkü Allah’ı sevmek, O’nun (cc) razı olduğu şeyleri yapmakla olur. Razı olduğu şeyler ise en mükemmel şekilde Resûl-u Ekrem’in zâtında ortaya çıkmış. Buradan hareketle, Resûl-u Ekrem’e uymanın insanın en büyük maksatlarından ve en mühim vazifelerinden olduğu açıkça görülür. Onun için Kur’an buna benzer açık ve kesin beyanlarıyla Allah’ın sevgisine yalnız Peygamber Efendimiz`e (sallallahu aleyhi ve sellem) uymakla mazhar olunacağını ifade eder.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisini tanıyıp itaat edenin Allah’a itaat etmiş olacağını beyan buyurmuş, itaat etmeyenler hariç bütün ümmetinin cennete gireceğini müjdelemiştir. (Buhârî, i’tisam 2, ahkâm 1, cihâd 109; Müslim, imâre 33; Nesâî, bey’at 27)
Hem O (aleyhissalâtü vesselam) beşere karşı pek şefkatli ve merhametlidir. Sahih rivayetlerle haber verildiği gibi mahşerin dehşetinden herkesin, hatta peygamberlerin bile “Nefsî, nefsî!” dedikleri sırada, Resûl-u Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) “Ümmetî, ümmetî!” diyerek merhametini ve şefkatini gösterecektir. (Buhârî, tevhîd 32; Müslim, îmân 326)
O (aleyhissalâtü vesselam) dünyaya geldiği zaman dahi, ehl-i keşfin tasdikiyle, validesi “Ümmetî, ümmetî!” şeklindeki yakarışını işitmiş.
Doğduğu zaman Efendimiz’in başını kaldırıp bakışlarını semâya diktiği, secdede ellerini kaldırmış olarak çaresiz bir vaziyette dua ettiği ve tekbir getirdiği rivayet edilir. (Suyûtî, el-Hasâisu’l-Kübrâ 1/80, 85, 91; en-Nebhânî, Huccetullâhi ale’l-Âlemîn s. 224, 227, 228.)
“Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki, zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe sûresi, 9/128)
Bu derece şefkatli ve merhametli bir Rehber’i (aleyhissalâtü vesselam) iyi tanımalı ve adım adım yolunu takip edip O`na uymaya çalışmalı.
Yoksa:
“(Ey Resûlüm! Sen böyle onların üzerine titrerken) onlar hâlâ senden ve yolundan yüz çevirecek olurlarsa de ki: Bana (yardımcı ve destekçi olarak) Allah kâfidir. O’ndan başka ilah yoktur. Ben O’na dayandım, O’na güvendim ve O, (bütün kâinatın, bütün varlıkların idare merkezi olan) Büyük Arş’ın Rabbi`(bütün kâinatın mutlak Sultanı, bütün varlıkların yegâne sığınağı, besleyip yaşatanı, koruyup gözeteni)dir.” (Tevbe sûresi, 9/129)
Yani ayet açık mânâsıyla Resûl-u Ekrem’e (aleyhissalâtü vesselam) hitaben bize şöyle der:
“Ey insan ve ey insanlığın reisi, rehberi! Bütün mevcudat seni bırakıp fânilik yolunda yokluğa gitse, canlılar senden ayrılıp ölüm yolunda koşsa, insanlar seni terk edip mezarlara girse, gaflet ve dalâlet yolundakiler seni dinlemeyip karanlıklara düşse bile merak etme! De ki: Cenâb-ı Hak bana yeter. Madem O var, her şey var. O halde, gidenler yokluğa gitmedi. Kabre girenler başka bir âleme giderler. Allah, onların yerine başka vazifelileri yollar. Dalâlete düşenlerin yerine hak yolunu takip edecek itaatkâr kullarını gönderir. Madem öyle, O her şeye bedeldir. O’nun saltanatı her şeyi kuşatır. Ne asiler mülkünün hudutlarından kaçabilir, ne de O’ndan yardım dileyenler dermansız kalır!”
Eğer bugün dünyanın her yanında özellikle de Müslümanların yaşadığı coğrafyada oluk oluk kan akıyor; mazlumların feryâd ü figânı ciğerleri dağlıyor; yanaklardan domur domur gözyaşı boşanıyorsa bunun nedeni Hz. Muhammed`i (aleyhissalâtü vesselam) bilememedir.
Kur`ân-ı Kerim: “Halbuki sen onların aralarında bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz; eğer onlar istiğfar ederlerse Allah bu takdirde de onlara azap etmez.” (Enfal, 33) buyurur.
Evet, bugün dökülen gözyaşlarının haddi hesabı yoksa, göklere yükselen ah u efganı tartacak bir kantar mevcut değilse yeryüzünde, O (aleyhissalâtü vesselam) müminlerin içinde yok demektir. Kalplerde, gözlerde, hülyalarda, hayallerde O (aleyhissalâtü vesselam) yok… O`nun sevdası yok… O`nun getirdiği mesajı inananlar imajına, yaşayışına kurban etti demektir.
Peygamber Efendimiz`e karşı kalbi ölmüş, hissiyatı sönmüş ve bundan dolayı da Allah`la münasebetlerini şekle emanet etmiş insanların bugün insanlık için yapacağı pek bir şey de yoktur.
Hz. Muhammed`in (sallallahu aleyhi ve sellem) yüce şahsiyetinin anlaşılması insanlığın onulmaz dertleri için bir iksirdir. Bugün beşerin düştüğü bataklıktan kurtulması için çaredir. Bugün O`nu keşfetmeye, O`nu yaşamaya ve O`nu adım adım izlemeye her zamankinden daha çok muhtacız…
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam): "İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun.!" (Müslim, İman/232; Tirmizî, İman/13) diyerek bizlere “kardeşi” olma şerefini müjdelemiyor mu?
O'nun (aleyhissalâtü vesselam) "Kardeşlerim" dediği, günümüzde i'lâ-yı kelimetullah vazifesine omuz verecek olanlardı. Çünkü sahabe O'nun arkadaşlarıydı. O'nunla beraber yaşamışlardı. Daha sonra gelip, O`nu görmeden O'na biat edip, davası uğruna gece gündüz demeden çalışıp her türlü çile ve ızdırabı göğüsleyen ve böylece dava-yı nübüvvete vâris olduğunu gösterenler de O'nun kardeşleriydi. Zira, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara selâm gönderirken "Kardeşlerim" demişti. Belki de şu ifadelerin içinde hususî olarak, birbirini kardeş kabul eden ve kardeşte fâni olmayı şiâr edinen adanmış ruhlara da hususî bir iltifat vardı.
İşte, O (aleyhissalâtü vesselam) kendisine yakışır şekilde kardeşlerine iltifat ederken bu iltifatın muhatapları olmak isteyen yiğitler de kendilerine düşen sorumluluğu bir vazife şuuru içinde eda edeceklerdir.
Peygamber Efendimiz, ahirzamandaki kardeşleri olarak bize ümit bağlamış. Evet, O Sultanü`l Enbiya bir gün mutlaka hakiki manasıyla kalplere girecek; herkesin mahbubu ve sevgilisi olacaktır. O`nun sinelere nakşedilmesi adına neler yapılsa, neler ortaya konulsa yine de yeterli olmaz.
Sa'd İbn Rebi, Efendimiz tarafından çok sevilen bir sahabiydi. Uhud'da, bir an gözlerden kaybolur. Efendimiz yanındaki sahabilere, etrafı bir arayın der. Arar ve onu koma halinde ağır yaralı yatıyor bulurlar. O kendisini bulan zata döner ve şu ibret verici sözleri söyler:
'Sizin nabzınız attığı müddetçe Efendimiz'e bir şey olursa, Allah'a vereceğiniz hesabın altından kalkamazsınız. Allah Resûlü'ne benden selam söyleyin, Uhud'un verasından üfül üfül esen Cennetin kokularını duyuyorum..'
Ve ümit bağlama konusunda Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğine göre, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Kim kendisine ümit bağlayanın ümidini kırarsa, Allah da kıyamet gününde onun beklentilerini karşılıksız bırakır.”
Bize bağlanan ümitleri kırmayalım…
Bugün, Hizmet sevdalılarının yaşadığı ağır imtihanlar, O`nun (aleyhissalâtü vesselam) yolunda bir adım atma çabası ve gayretinin neticesidir. O`nun bereketli yolundan kopmama ızdırabının doğal bir sonucudur aslında. Ümitleri boşa çıkarmama cehdi… Bu istikamette Hizmet insanlarına bir çaba ortaya koyma imkanı bahşeden Rabbimize sonsuz hamd ü senalar olsun. Salât ve selam, nebilerin ve resullerin efendisi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem`e, ailesine, ashabına ve kıyamete kadar O`na tabi olanların üzerine olsun.
“Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz. Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği fenalık da kendi aleyhinedir. Ya Rabbenâ! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma! Ya Rabbenâ! Bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ya Rabbenâ! Takat getiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü tutma! Affet bizi, lütfen bağışla kusurlarımızı, merhamet buyur bize! Sensin Mevlâmız, yardımcımız!” (Bakara, 2/286)