İnsaf Ya Hu!..
Bu hissizlikle cem’iyyet yaşar derlerse pek yanlış;
Bir ümmet göster, ölmüş maneviyyâtıyle sağ kalmış?
M. Akif
Kendilerini hayatın vazgeçilmezi zanneden bazı talihsizler, insanların şerefleriyle, haysiyetleriyle, diyanetleriyle, nefisleriyle, mallarıyla, canlarıyla ve hürriyetleriyle oynuyorlar. Asıyorlar, kesiyorlar…
Suçsuz olduklarını bildikleri halde, masumlara en temel insanî hakları dahi çok görüyorlar. Kendileri gibi düşünmeyenlere karşı, Lenin gibi…Hitler gibi hareket ediyorlar. İnsafsızlıktan, merhametsizlikten, şefkatsizlikten ibaret korkunç bir tablo duruyor önümüzde...
İnsaf Ya Hu!.. İnsaf! diyerek kainat lerzeye gelmiş! Ama… onlar duymuyorlar…
Yaşanan bunca imtihana, zulme, işkenceye…eşi görülmemiş soykırıma rağmen hala süreci okumakta körlük çekiyor insanlar…
Allah (cc) topyekün insanlığı ateş çemberinden geçiriyor… gözle görülmeyen küçücük memurlarıyla tedip ediyor. Aklınızı başınıza alın, kendi özünüze, ruh dünyanıza dönün diyor… Gururu, kibri, tahakkümü, zulmü, haksızlığı bitirin… adaletsizliği bırakın bir kenara… diyor.
Fakat anlamıyoruz…
Anlamak istemiyor kinin, nefretin, hasedin içini yaktığı insanlar… Körlüğü bilerek tercih ettiği için basiretini, ferasetini kaybetmiş talihsizlerle dolu, Kabe’ye yönelmiş mümin safları. Kabe dahi bırakıp yükselmiş semalara kendi ruhunu anlamayan bu insanların basiretsizlikleri, firasetsizlikleri karşısında…
Zira, okudukları, nasihat ettikleri onca bilgiler gırtlaklarından aşağıya inmemiş. Zerre bir nasipleri olmamış onlardan Hak ve Hakikat adına… Ellerinde kin ve haset taşları indiriyorlar masum Habiller’in alnına… Nuh’un (as) selametli gemisinin duvarlarına vuruyorlar nefretlerini. Kardeşlerinden daha büyük bir hınçla dipsiz, derin, karanlık bir kuyuya atıyorlar Yusufları. Abdullah ibni Selül gibi iftirayla yıkmaya çalışıyorlar masumları…
İnsaf Ya Hu!.. İnsaf!
Twitler atılıyor…her platformda hak, hukuk ve adaletin gereği ne ise sadece onlar yerine getirilsin diye sesler yükseliyor…
Birileri gülüp geçiyor bu insanca olmanın gereği gayretler karşısında… Küçümsüyor samimi çabaları… Bütün dünya ayağa kalksa da dediğim dedik diyor…
Onlar zulümlerinden vazgeçmedikleri gibi, kendilerini Allah yolunda zanneden bedenlerden de hiçbir ses yükselmiyor!.. Ama hiçbir ses…
“Değmeyin, iyi oluyor. Yıkılmalarında yarar var bunların. Onlar yıkılınca, hapishanelerde yok olup gidince meydan bize kalacak!” mülahazalarına kapılmışlar. Böylece tamamen din ile alakalı bir meselede hiss-i rekâbete yenik düşmüşler. Şeytan, o mevzuda onları nakavt etmiş; kündeye getirmiş, el-enseye almış ve yere sermiş…
‘De ki: ‘Herkes beklemede! Siz de gözleyin bakalım! Doğru yolu tutanların, hidâyete erenlerin (Sıratı Mustakîm ehlinin) kim olduğunu yakında anlayacaksınız!’ (Taha Suresi,135)
İnsaf Ya Hu!.. İnsaf! Ey ülkenin ve sözde İslam coğrafyasının bahtsız alimleri, bilginleri… insaf! İnsanlığın hiçbir devrinde bugünkü gibi kendinize, kendi mukaddes değerlerinize bu kadar yabancı, bu kadar düşman olmadınız. İlmihalde aradığınız, Kur’an’da okuduğunuz, hadiste içine indiğiniz, sırrını deştiğiniz hakikatler arasında yalnız ruhunuz yok. Çünkü, kin ve haset, insani melekelerinizi de söküp atmış.
Bir menfaate, Hizmet’in bir yurduna, okuluna…içinizi yakan nefret ve hasetin ortaya dökülmesine feda etmişsiniz dini de Kur’an’ı da peygamberi de hadisi de… camiiyi de minberi de mümin olmanın karakterli ve izzetli duruşunu da…
Hani, Bediüzzaman, “Asıl ve muzır musibet, dine gelen musibettir.’ diyor ya… işte siz bu süreçte asıl dine büyük zarar verdiniz…Dini değerleri, kaideleri menfaatinize kurban ettiniz. Masum bebekleri ve annelerini zindanlara, hücrelere koyarken kalktınız bu zulmü yapanları Bedir Ashabı’nın içine soktunuz. Bir umre sevabıyla tarttınız verilen keyfi kararları… Bu nasıl bir cüret, nasıl Allah’tan korkmama ve peygamberinden utanmamadır…
Burada görmek istemediğiniz gibi orada da göremeyeceksiniz hakikatleri: ‘…Biz onu kıyamet günü kör olarak diriltir, duruşmaya getiririz.’ (Taha, 124)
Bir mümin gruba karşı kin ve hasetle başlayan müthiş gafletiniz, onların kan ve gözyaşı çağlayanlarında ‘intikam arzusu’na dönüşmüş. Caniye, mafyaya, çeşit çeşit eşkıya güruhuna… beraat fermanı çıkarıyorsunuz…ama nazenin, masum annelere… onların günahsız bebeklerine çok görüyorsunuz Allah’ın bahşettiği hürriyeti… özgürce bir nefesi…
Onca insanın hayatının son bulması, bebeklerin zindanlarda tutulması, masum annelerin feryatları açmıyor bir türlü gözlerinizi… Rikkate getirmiyor kalplerinizi… Hissiz, hareketsiz, granitten bir duvar kesilmişsiniz. Süreci, yalan yanlış düzmece hadiselerle takdim ederek çok basit şeytani oyunlara başvuruyorsunuz.
‘Hayvanlar günümüzün zalimlerinden daha insancıl davranıyorlar.’ diyor büyüğümüz… ‘Bir belgeselde görmüştüm: Bir panter bir maymunu derdest ediyor. Hayvancık hamlini vaz’ etme faslına yakınmış. Öyle şiddetli bir heyecanla hamlini vaz’ ediyor. Panter, doğan yavruyu görür görmez boğazından sıktığı annesini hemen bırakıyor. O yavrunun üzerine eğiliyor, yalıyor, kokluyor, ağzına nefes veriyor. Dönüp böyle acı acı mahrumiyet, mağduriyet, beceriksizlik, çaresizlik içinde sağa-sola bakıyor; adeta “Ben ne yapmalıyım?” diyor. Ben onu okudum onda. “Ben buna daha ne yapmalıyım?” Şimdi vahşi bir hayvanın bile etini yemek için avladığı bir hayvanın yavrusuna karşı duyduğu şefkat!.. Sizin dünyanız sayılan o dünyada insanlar onun onda birini duymuyorlar.’
Sizden bir şey mi bekliyor masumlar?
Hayır, çünkü bugüne kadar onca mağduriyeti gördüğünüz halde sesinizi çıkarmak yerine zulmü alkışladınız. En azından, insan olmanın gereğini yerini getirin diyoruz bugün… Aklınıza, kalbinize, ruhunuza ve insafınıza ihanet etmeyin artık!
Evet, kimse sizden insan olmanın gereği dışında bir şey beklemiyor. Beklememelidir de… “Hasbünallahu ve ni’mel vekil, ni’mel mevlâ ve ni’mennasîr, ğufrâneke Rabbena ve ileyke’l masîr.” “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir, ne güzel yardımcı ve ne güzel dosttur. Bizi bağışlamanı diliyoruz, Ey Rabb’imiz! Dönüş yalnız Sana’dır.” (Âl-i İmrân, 3/173)
Cenâb-ı Allah, ahirette vereceklerini vermemek için zalimlere dünyada mehil verir; mazeretleri tükeneceği âna kadar onları refah içinde yaşatır. O haramîlik yapar, milletin alın teriyle kazandığı şeylerin gidip tepesine konar, kanun nizam tanımaz… Allah Teâlâ bir süreye kadar imhâl eder. Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhi ekmelüttehâyâ) buyurur ki: “Allah zâlime mehil üstüne mehil verir; fakat bir kere de onu derdest etti mi, artık iflah etmez.” Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sözünü şu ayeti hatırlatarak noktalar: “Rabbin, zulme dalıp gitmiş ülkeleri kıskıvrak yakaladığı zaman işte böyle yakalar. O’nun derdest edip yakalaması pek acıdır, çok çetindir.” (Hûd 11/102)
Daha fırsat varken gelin yanlışlıklardan dönün… daha fazla yüklenmeyin masumların, mağdurların günahını… Canilere, esrarkeşlere, eşkıyaya reva gördüğünüz hürriyeti masumlardan esirgemeyin!
Onlar hakkında bu kadar küçükçe düşünmekten vazgeçin! Dünya menfaatinin basit ve dar sınırlarını daha fazla darlaştıran hasedin kapalı, yakıcı kapanları içinde kalmayın. Hizmet gönüllüleri, öfkeyle oturup nefretle kalkan insanlar değil. Onlar hep müspetin peşinde olan sevgi ve hoşgörü sevdalıları.
Dünyevî değil, uhrevî bir karşılık beklemeyi dahi hizmette ihlâsa aykırı bulan, “Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım”; “Hayatımda iki dakika bile kendim için yaşamadım. Her birinizin bir günlük hidayeti için her gün elli defa ölüp dirilmeye razıyım.” fedakârlığı üzerine oturan bir Hizmet, inancının aksine herhangi bir şeyin mücadelesini vermez. Hiçbir menfaat için eğilip bükülmez, haksızlık karşısında susup kalmaz.
Hani, Abdullah İbn Hüzafetü's-Sehmi (r.a), Hz. Ömer döneminde önemli bir hizmet üstlenmiş ve bu işi yaparken de düşmanları tarafından keşfedilip, yakalanmıştı. Düşmanları, kendisine akıl almaz işkencelerde bulunmuş; hattâ çok güvenilir bir kısım siyer ve tarih kitaplarının yazdığına göre, bu mübarek Sahabî'nin başı kaynayan suya sokularak işkence edilmiş ve bu korkunç işkenceler neticesinde bile ona hiçbir şeyi kabul ettirememişlerdi. Bu arada bütün bu olup bitenleri içinde yaşadığı manastırın bir deliğinden seyreden bir rahip, Abdullah İbn Hüzafetü's-Sehmi'nin göstermiş olduğu cesaret karşısında hayran kalarak bu şanlı Sahabî'yi karşısına almış ve ona şu teklifte bulunmuştu:
- Oğlum, cesaretine hayran kaldım. Şimdi sana üç dakika mühlet vereceğim. İhtimal bir-iki dakika sonra seni öldürecekler. Bunu iyi değerlendirirsen hem dünyada, hem de âhirette mes'ud olursun. Zira bu üç dakika içinde sana dini telkin edeceğim ki bundan sonra ölsen de gam yeme; çünkü Hz. Mesih'e kavuşacaksın.
Abdullah İbn Hüzafetü's-Sehmî'nin çehresinde bir tebessüm belirmiş ve aynı zamanda gözleri sevinç içinde dolu dolu rahibe şunları söylemişti:
- Aziz peder! Şimdiye kadar beni kimse dinlemedi. Bu üç dakikalık fırsatı verdiğinizden dolayı, bilseniz size ne kadar müteşekkirim. Çünkü bu üç dakika içinde size gönlümdeki güzellikleri anlatabilirsem, artık ölsem de gam yemem...
Evet, onlar, öyle bir sevdaya baş koymuşlar ki bundan başka hiçbir hayalin gözlerine girmesine müsaade etmezler… Giren insanlar da onlardan olamaz zaten. Bu, iç murakabesini tam yapmış olmanın, omuzlarına aldıkları mukaddes emanetlerin değerini bilmenin ifadesidir. Cenâb-ı Hakk’a yönelme ve kullukta derinleşme, diğer yandan da inandığı değerleri başkalarına duyurabilme istikametinde olağanüstü bir performans ortaya koymanın adıdır.
Hani, yine Hz. Ömer (r.a) arkadaşlarıyla bir yerden geçiyordu. Orada sakalları uzun, iki büklüm, bembeyaz saçlarıyla yaşlı bir insan duruyordu. Onu görünce, Hz. Ömer’in dizlerinin bağı çözülmüş, iki büklüm olmuş ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Yanındakiler hayret içinde:
'Niye ağlıyorsun ya Emire'l-Mü'minîn?' diye sorduklarında, o mealen:
‘Yaşlanmış, beli bükülmüş; ama hâlâ insanlığı kurtuluş sahiline götüren ve kaptanlığını bizzat Hz. Muhammed'in (sav) yaptığı gemiye binememiş.' cevabını vermişti.
Hz. Ömer’in ağladığı o insanlara, bu Kara Sevdalılar da ağlıyorlar. Sahip oldukları değerler manzumesini bütün insanlığı kucaklayacak bir mefkureye dönüştürmüşler. Asırlardır mefkuresizlikten ve ufuksuzluktan bunalmış olan insanlığa cihan değerinde bir sevda sunuyorlar.
Sahabeyi görenler, onları “Ruhbanun filleyl ve fursânun finnehâr” sözüyle anlatıyorlardı. Yani onlar, gecelerini ibadet ü tâatle geçiriyor, gündüzleri ise çarşının yiğitleri olarak önemli performans ortaya koyuyorlardı. Onların baş koydukları davaya gönülden inanmış günümüzün yiğitleri de daima muhasebelerini yapıyorlar, yalvarıp yakarıyorlar Rabb’lerine…döküyorlar içlerini. Havf ve reca arasında bir hayatı tercih etmişler… Darbeyle, eşkıyalıkla işleri olmaz onların… kulak verin bakın ne diyorlar:
Ey Rabb-i Rahim’im ve Halık-ı Kerim’im!
Ömrüm ve gençliğimin meyveleri olarak elimde elem veren günahlar, kederler, dalalete götüren vesveseler kaldı. Bu ağır yükümle, hastalıklı kalbimle ve mahcup yüzümle kabre yaklaşıyorum.
"Kabir, ahiret menzillerinin birinci menzilidir. Kişi ondan kurtulabilirse, ondan sonrakiler daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa ondan sonrakiler bundan daha zordur, daha şiddetlidir." (Tirmizi, zühd 5; ibni Mace, zühd 32; Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned 1/63).
Ey Halık-ı Kerim’im ve Rabb-i Rahim’im!
Senin bu mahlukun, masnuun ve kulun, hem aciz, hem gafil, hem cahil, hem efendisinden kaçmış olduğu halde, pişmanlıkla Senin dergahına dönmek istiyor. Senin rahmetine sığınıyor. Hadsiz günahlarını ve hatalarını itiraf ediyor. Eğer kusursuz rahmetinle onu kabul edersen, affedip merhamet gösterirsen bu zaten Sen’in şanındandır. Eğer kabul etmezsen hangi kapıya gideyim? Senden başka Rab yok ki, dergahına gidilsin. Senden başka hak Mabud yok ki, ona iltica edilsin!.."
Hizmet gönüllüleri, murakabeyle, muhasebeyle iç dünyalarını yoklarken, ümitsizlik ve çaresizliğe düşmüyorlar… ruha felç yaşatmıyorlar… Algı operasyonlarıyla onlarda o duyguyu hâsıl edemediniz, edemeyeceksiniz. Böyle yaparak onları dağıtamazsınız.
İmana, Kur’an’a gönül vermiş samimi Hizmet gönüllüleri, rüzgârın önünde bir o yana bir bu yana savrulan kuru yapraklar, saman çöpleri değil ki hemen bir esintiyle savrulup sağa-sola gitsinler. Kocaman kocaman çınarları deviren rüzgârlar bile -Allah’ın izniyle- onları deviremez.
İnsanların menfaatlerine uygun düşen fikirlere karşı açık olmalarının ve zihinlerini haksızlıklarla doldurmalarının dine gelen musibetlerden olduğunu hatırlatıyor, zaman varken yanlıştan dönülmesi gerektiğini tekrar hatırlatarak sözü bitiriyorum:
“Rabbimiz! Katından bir rahmet ver, şu dâvamızda bize doğruluk ve muvaffakiyet ihsan eyle! Bizi istikametten ayırma! Biz aciz kullarına nezdinden bir ferec ve mahrec (çıkış yolu ve ferahlık) nasip et!..” Amin!