Allah (cc) kelâm sıfatının tecellisi olan Kur’ân-ı Kerim ile, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e konuştuğu aynı anda sanki bütün emirleri, yasakları ve altı bin küsur âyeti ile her zaman bize nazil oluyor gibi konuşmaktadır. Bizden sonra gelecek bütün insanlığa da bu şekilde konuşacaktır. Aksi halde, fert Kur’ân’da zikri geçen olaylara gelmiş–geçmiş kıssalar nazarıyla bakar, öyle okur ve geçerse, ondan istifade edemez.
İşte, Müslüman’ım diyen hemen herkesin mutlaka okuduğu ya da en azından cenaze evinde, mezar başında dinlediği bir sure var. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından “Kur’an’ın kalbi” olarak adlandırılan Yasin suresi.
Bu surede Allah (cc), günümüzde hak ve hukuk noktasında sıkıntı çeken ya da nasıl davranması gerektiğini bilmeyen Müslümanlara bir model sunuyor: Habîb-i Neccar…
"Şu şehir ahalisini onlara örnek ver! Hani oraya (İsa Aleyhisselam’ın yanındaki gönül insanlarından) elçiler gelmişlerdi. Biz o zaman onlara iki elçi göndermiştik de her ikisini de yalanlamışlardı. Biz de bir üçüncü ile onları desteklemiştik ve: ‘Biz size gönderilmiş elçileriz.” demişlerdi. O halk ise:
“Siz, bizler gibi insansınız; başka bir şey değilsiniz. Hem Rahman da hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.” dediler. Elçiler de (bu söze karşı) şöyle söylediler:
"Açıkça tebliğden başka bir şeyle yükümlü değiliz biz."
Ahâli dedi ki: "Uğursuzsunuz siz, şayet vazgeçmezseniz, sizi taşlarız, acı mı acı bir azap size dokundururuz."
Derken... şehrin öte başından, koşarak bir adam (Habîb-i Neccar) geldi ve onlara dedi ki:
"N'olur ey kavmim! Gelin siz bu gönüllü elçilere uyun! Sizden bir ücret istemeyen, sizden hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun! (Bana gelince,) neden beni yaratmış olan ve hepinizin dönüp varacağı Allah’a kulluk etmeyeyim?" (Yasin Suresi, 13-22)
Habîb-i Neccar sözlerini bitirince halk üzerine çullanıp onu şehit ettiler. Mübarek naaşı yere serilince Allah tarafından:
"Ona "Buyur cennete gir!" denildi. O ise halkını hatırlayarak: "Ah halkım bir bilseydi!" dedi. "Ah bir bilseler: Rabbimin beni affettiğini, beni ikramlara gark ettiğini!" (Yasin Suresi, 26-27)
Ah bir bilselerdi… Bugün dini biliyor gibi görünen insanların yaşanan zulümler karşısında sesini çıkarmamalarından dolayı masumların zindanlara atılıp işkence edildiğini, ailelerin parçalandığını; kadın, kız, çoluk, çocuk, genç-yaşlı denmeden herkesin mağduriyete, mazlumiyete uğratıldığını, sindirilmeye çalışıldığını…
Bir bilselerdi, o günahları işleyen insanların vebâlinin onların da sırtına bineceğini... Ve o günah, bir camiaya karşı, Kur’an’a ve dine hizmete karşı işleniyorsa şayet, bütün bunların vebâlinin aynı zamanda onların sırtına bir yük halinde yükleneceğini... Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, günahlara sebebiyet verenlerin, bir yönüyle azdırdıkları, şirazeden çıkardıkları insanların veballerini de sırtlarına alacaklarını idrak edebilselerdi…
Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, kalkıp yalana yalan diyen, iftiraya iftira diyen, mazlumun hakkını savunan bir Habîb-i Neccar çıkmıyor. Bırakın Habîb-i Neccar olmayı normal bir insanda olması gereken asgari insanlık tarafları bile yok olmuş.
Meriç’in azgın sularında az sonra kopup gidecek olan bir dalla özgürlüğe tutunmaya çalışan masum bir anneye ve onun iki yavrusuna hiç acınmıyor. Bu zavallı kadının, ailesinin, çoluk çocuğunun ne işi var oralarda denmiyor. Hatta ‘oh olsun!’ deniyor, ‘müstehak bunlara!’
Bir kadının bir köpeğe su verdiği için Cennet’e giden yolların kendisine açıldığı; diğer yandan bir kediyi aç bırakıp ölmesine sebep olduğundan başka birinin Cehenem’e yuvarlandığı anlatılıp duruluyor kürsülerden. Aynı anda da o minberlerden suçsuz insanları haset ve kin ile açlığa mahkum etmek için delirircesine saldırılıyor. Bu çaresiz insanlara yardım elini uzatmak için köfte yapıp sattı diye gencecik bir bayan zindanlarda yok ediliyor. Ama dini biliyor gibi görünen hiç kimsenin gıkı çıkmıyor.
Babasını aylarca görmeyen çocukların, evlatları için yokluk içinde yollara düşmüş ninelerin kamyon altlarında ezilip gitmeleri, birkaç kuruşluk market poşeti kadar dahi ilgilendirmiyor kimseyi.
Bütün bu haksızlıklar dilsiz şeytan hissiyle sessizce temaşa ediliyor. Kulak verme gereği bile duyulmuyor. Kinle, hasetle nefretle bakılıyor Ege’de boğulan bebeklere, babalara, gencecik bedenlere… Öyle bir ölüm sessizliği yaşanıyor ki tepki yok, reaksiyon yok. His yok, hareket yok, acı yok.
Diyelim ki bir Habîb-i Neccar çıkmadı; hiç olmazsa ‘Yeter bir insana bu kadar zulüm fazla!’ deyip Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) sahip çıkan Mut’im Bin Adiyy de mi çıkmaz? Bir müşrik bile haksızlık karşısında insaniyetin gereğini bu şekilde ortaya koyuyordu.
O devrin ilim ehlinin sahip çıkmadığı en zor dönemde Denizli’de Bediüzzaman’ı ve dava arkadaşlarını savunan Hesna Şener gibi olunabilse keşke. Bediüzzaman bakın onun hakkında ne diyor: ‘Ben onun (Hesna Şener’in) ismini gavsların, kutupların yanına yazdım, ona ben onlarla beraber duâ ediyorum. Erkekler korktu ama o kendisini ortaya koyarak Kur’ân dâvâsına taraftar çıktı. Yarın mahşerde Kur’ân ona şefaatçi olacak!’
Ali İhsan Tola’ya da şunları söylüyor: ‘Ne o, Hesnâ tesettürsüz diye darılıyor muydun? İşte tesettüre riâyet etmiyor dediğin Hesnâ, Tesettür Risâlesi’ni de beraat ettirdi. Essebebü ke’l-fâil (Sebep olan yapan gibidir) sırrınca, bütün sizin kazandığınız haseneler, sevaplar tamamen ona da yazılıyor. İşte bütün hasene, o beğenmediğiniz Hesnâ’nın şecaat ve cesaretiyle oldu!’
Ali Rıza Balaban, otuz altı yıl önceki bir görüşmeye dayanarak Hesna Şener’i Bediüzzaman ve talebelerinin masum olduğuna dair ikna etmişti. Adeta ikisi de kendilerini ortaya koyarak bu davaya sahip çıkmıştı.
Peki hiç düşünmezler mi, kırk yıldan fazladır dünyanın dört bir tarafında tamamen şeffaf, tertemiz ve masum olan bu hizmetin ve onunla ilişkilendirilen iki yüz elli binden fazla insanın nasıl bir gecede terörist ilan edildiğini? Haklarında tek bir adli sicil kaydı bile bulunmayan bu hizmet gönüllülerinin kalplerini mi yarıp baktılar? Orada niyetlerini mi okuyup terörist ilan ettiler?
Halbuki, bir savaşta Üsâme b. Zeyd Hazretleri, düşman saflarında bulunan birisiyle savaşırken, tam onu öldüreceği esnada o kişi, kelime-i şehâdet getirir. Ancak Hazreti Üsâme, adamın içinden gelerek değil de kılıç korkusuyla bunu söylediğini düşünerek onu öldürür.
Bu durum haber verildiğinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Yarıp kalbine mi baktın?” diyerek Hazreti Üsame’ye öyle itap etmişti ki, Allah Rasûlü’nün cesur bir komutanı olan Hazreti Üsame, “Keşke şu ana kadar Müslüman olmasaydım.” demişti. Bunun mânâsı şuydu: “Keşke bu hâdiseden sonra Müslüman olsaydım da Efendim’in bu itabına maruz kalmasaydım.”
Bırakın savunmayı, hevâ ve hevesine uymayınca, tam bir vesâyete girmeyince, biatler tahakkuk etmeyince, çok rahatlıkla “bu hizmet gönüllülerinin gıybeti edilebilir! Bunlara iftira savrulabilir! Bunlara zift atabilirsiniz! Bunların katli caizdir!” gibi en çirkin şeyler mübah görüldü ve öyle yaygınlaştırıldı. Medenî cesareti olan birinin de “Yahu bu kadarı fazla!..” dediğine şahit olamadı kimse!
Bunların içinden çıkmasa da gerçekten yürekleri dev birkaç adam her zaman ve zeminde yaşanan zulümleri nasıl durdurabiliriz diye çırpınıyor. Habîb-i Neccar gibi: ‘Gelin sizden bir ücret istemeyen, sizden hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere zulmü bırakın!" diye gayret gösteriyor.
Bunlardan biri Saadet asrında yaşayan Suheyb-i Rumî ile günümüzde adeta onun izdüşümü olan Dev Yürekli bir Adam. İkisi de attığını on ikiden isabet ettiren iki yiğit insan. Anadolu'dan geldiği için kendisine Rumî demişler. O, hakikat adına kalkmış uzak diyarlara yürümüş, bulmuş, olmuş ve bulduğu hakikatte sonuna kadar sadakat içinde kalmış bir zattır.
İşte bu zat, Allah Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’e kavuşmak için Mekke'den Medine'ye doğru hareket eder. Ne var ki, Kureyş'ten bir topluluk durumu haber alır almaz peşine takılır ve bir yerde onun yolunu kesiverirler. Hz. Suheyb bineğinden iner, ok çantasından oklarını çıkarır ve önündeki topluluğa şöyle seslenir:
"Ey Kureyşliler topluluğu! Bilirsiniz ki ben sizin en iyi atıcılarınızdanım. Allah'a and olsun ki, sadağımdaki bütün okları atıp size bir ok attırmam. Oklarım bitince de sizinle kılıcımla mücadele ederim. Bundan sonra siz istediğinizi yaparsınız. İsterseniz malımı-mülkümü, Mekke'de falan yere gömdüğüm şeylerin hepsini alın; evet, alın; bunların hepsi sizin olsun fakat beni rahat bırakın, ben Resûl-i Ekrem'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gidiyorum."
Kureyş topluluğu bu teklifi kabul eder. Suheyb-i Rumî (radıyallâhu anh) de Medine'ye doğru yeniden yola koyulur; yola koyulur ve kendisini Medine'de yüce bir iltifat beklemektedir. Suheyb-i Rumî (ra), Medine'ye vardığında, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayağa kalkar, onu istikbal eder ve şöyle der: Allah (celle celâluhu) senin hakkında şu âyeti indirdi:
"İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah (celle celâluhu) işte böyle kullarına pek merhametlidir." (Bakara sûresi, 2/207)
Allah'ın hoşnutluğunu gözetiyorsak, Allah’ın razı olduğu bu insanlar gibi hep hakkı savunalım. Ta ki tutup kaldırdığımız hakla beraber Rabbimiz de tutup bizi kaldırsın.