“İşte sana, onların kendi yolsuzlukları yüzünden ıpıssız kalan yurtları!..”
(Neml, 52)
Kendisini bir garip hissediyordu… Bilmediği, tanımadığı…pek de uğramadığı bir diyara gelmişti sanki. Bir başka hüzünlüydü.
Hayır, hayır… burasıydı. Her yıl gök kapılarının ardına kadar açıldığı o mübarek zamanda bir ay misafir olarak kaldığı yer tam da burasıydı.
Cenâb-ı Hakk’ın, her gece dünya semasına indiği, kullarına sonsuz teveccühte bulunduğu o zamanları nasıl unutabilirdi. İnsanlara melekuti âlemin kapılarının sonuna kadar aralanacağı o lütuf günlerini…
Misafir kaldığı müddetçe orada geçen haftaları, günleri değil; bir tek saati dahi anlatamazdı. Nasıl anlatabilirdi ki, o masum ve samimi insanların benliğine sinen, derinlemesine ruhlarında yaşanan o Ramazan saatlerini… Manevi hazlarıyla ötelerle buluşan hayatın Cennet gecelerini…
İnsanlara, ebedi hayatlarını kazanma yolunda bir ay rehberlik yapmak için geldiği bu topraklarda nedense bir tuhaftı… Kaç yıldır her geldiğinde daha da bir gariplik hissediyordu zaten… Güya gözleri açacaktı nefsin tuzaklarına, hakikatlerin yüzüne… ebedi saadet alemine.
İnsanlığın hamisi olma gibi büyük bir misyonu eda etmiş Anadolu topraklarında hep misafir olmuştu halbuki…Bir başka ağırlanmıştı bu şehitler diyarında… Çok farklı değer verilmişti…
Ama şimdi bir yabancılık ve yalnızlık hissediyordu nedense…
Allah korkusunun sökülüp atıldığı kalplere ne verebilirdi acaba? Haksızlık karşısında eğilen, yıkılan…bir menfaate sükutu tercih eden insanların kendisinden faydalanacağı bir şey olabilir miydi?
Cansız cenazeler haline gelmiş bir memleketin mezar taşlarına ne kadar etkisi olabilirdi?
O eski his ve heyecandan eserin olmadığı… İnsaf, şefkat ve merhametin tamamen yok olduğu gönüllere kendi manevi havasını nasıl hissettirebilirdi?
Dünya ve dünyanın ukbaya bakan yamaçlarından teneffüs ettirmek için… iç içe Rahman gecelerin güzelliklerini resmedip ebedileştirmek için tefessüh etmemiş vicdanlar… kezzap dökülmemiş insaflar gerekiyordu.
Neredeydi o mazlum ve mağdur insanlara yardım için aylarca öncesinden hazırlık yapan Hizmet insanları? Camiler, sokaklar, mahyalar, kubbeler nasıl bu denli şuursuz bir hale bürünmüştü? Hayret veriyordu her şey kendisine... Bu şehitler diyarı böyle değildi. Hiçbir dönemde bu kadar da lal kesilmemişti.
Halbuki şeytanlar bağlanmıştı. Zincire vurulmuşlardı kötülük telkin etmemeleri için. Kalplere hayır yolları, sevgi bahçeleri tamamen açık tutulmuştu.
Fakat, İblisin çok ötesinde kötülük düşünen talihsizlere ne verebilirdi… Ne kabir ne mahşerdeki mahkeme ne de adalet onlara bir şey anlatıyordu. Zavallıların gözleri var; ama göremiyorlardı. Kalpleri var; ama hissedemiyorlardı. Zihinleri olabildiğince kirli, ağızları bozuk, içleri kin ve nefretle köpürüp duran bu insanlar şeytan bağlı olsun olmasın cürümlerine devam ediyorlardı.
Tahakküm etmek, insanları ezmek, yıpratmak, küçük düşürmek… hasta, yaşlı, kadın, bebek zindanlarda yok etmek… Sonra akşama kadar aç kalmak, Kur’an okumak… takke, teşbih taşımak…
Memleketin bu içler acısı durumuna ve iniltileri yürekler dağlayan mazlumların haline hüzünle şahit oluyordu. Her yerde samimi, hakperest insanların, zorba ve dehşetli adamların elinde feryat ettiklerini görüyordu. Bütün memleket, baştan başa bir matem yurduna dönmüştü.
Ağlamaktan kendini alamadı ve yüzünü maziye çevirip dost, kardeş, talebe, esnaf, öğretmen, işçi, memur…samimi hizmet insanlarını aradı. Kendilerini insanlığa hizmete adamış o masumların hayalleri gözünün önüne geldi.
Hüzünlü gözlerle ülkeyi seyretti. Sokak sokak, ev ev gezdi. Okulların, yurtların çehresine baktı. Hamiyetperver esnafın, tüccarın işyerine uğradı. O evlerdeki, okullardaki, yurtlardaki, işyerlerindeki insanların çoğu ile dosttu. Şimdi o güzel insanlar yoktu artık buralarda.
Hizmet insanlarıyla geçirdiği, o şirin Ramazanlar birer birer canlandı gözünde. O kadar rikkatine dokundu ki, binlerce gözü olsa onunla beraber ağlayacaktı.
Samimi insanların gayretleriyle, saygının, sevginin ve insanî münasebetlerin yeniden canlandığı ülkeye ne olmuştu böyle?
Ülkede masum insanlara yapılan tazyiklerle, reddedilişlerle, bir türlü sindirilemeyişlerle, kabul edilmeyişlerle, tehditlerle, tenkillerle, hapse atılmalarla, işkence görmelerle, acaba Cenâb-ı Hak bir metamorfoz mu yaşatıyordu bu ahirzaman gariplerine?!..
Hem bu hüzün hem de hüznün arkasında gizlenen lütuflarla hayret içerisindeydi Ramazan. İnsanlar bu manevi Rahmet iklimine ne kadar muhtaç ise… Ramazan da kendisini anlayacak o samimi sinelere o kadar muhtaçtı…
Ağlamaktan kendini alamadı ve Üstad Bediüzzaman gibi Çamlıca Tepesi’ne, İstanbul’a bakan yüksek yere çıktı, oturdu. Hayalen yıllar öncesine gitti. Sanki asırlar geçmiş kadar tahribat olduğunu gördü memlekette.
Baktı ki, etrafındaki şehir, insanların içi, ruhu, aklı, kalbi.. baştan aşağı yakılmış, yıkılmış. Adeta iki yüz sene zulümle geçmiş gibi hüzünlü gözlerle seyretti İstanbul’u.
Müslümanların evleri ve maneviyatları tahrip edilmiş gördü. Bir kadıncağızın hicret yollarına düşmüş, Meriç’lerden geçmiş evladına telefonda:
‘Evladım ne mukabele, ne teravihimizde… ne iftar ve ne sahurumuzda bereket kaldı… Allah hakkı için söylüyorum, ibadetlerimizde eski huzur kalmadı… ne namazımızda, ne orucumuzda o eski şevk var… Ramazan’da manevi bir hava eserdi. Çaldılar onu. Çaldılar ülkenin maneviyatını!’ Ve dakikalarca telefonda ağlayışına şahit olduktan sonra şunları duyuyordu: ‘İlk defa bu kadar kuru, duygusuz ve boş geçiyor mübarek zamanlar.’
Kalbi en derinden sızladı. Bu, o kadar kalbine dokundu ki, her biri için milyonlarca gözle beraber ağladı. İnsanlığın bekasına adanmış bu hizmete karşı ruhlar nasıl olmuş da dilsiz şeytan kesilmişti.
Belki şimdiye kadar hiçbir şey kendisini bu kadar yakmamış, ağlatmamıştı. Özellikle Müslümanım diyenlerin haline çok hayret etti:
“Nasıl oluyor da bu zulmü görmüyorlar ve kendilerini aldatıyorlar?” diye düşündü.
Çünkü o vaziyet, dünyanın tamamen fâni olduğunu ve insanların da içinde misafir olarak bulunduğunu ancak tamamen unutmasıyla mümkün olabilirdi. Hakikat ehlinin sürekli ‘Dünya gaddardır, aldatıcıdır, fenadır, aldanmayınız!” demelerinin ne denli unutulduğunu gözleriyle gördü. O şirin vatanın Hizmetin şahsında aslında dine savaş açıp manen ölmesi karşısında yüzlerce gözle ağlamaya ihtiyaç duydu.
Her sabah bir meleğin:
“Ölmek için dünyaya gelir, harap olmak için işler yaparsınız.” dediği hakikate bizzat şahit oluyordu. Kulağıyla değil, gözüyle görüyordu.
Madem dünyada böyle tahammülü aşan, sabrı tüketen, karşı koyulmaz, yakıcı zulümler var. ‘Bu Hizmet ehli insanlar buna nasıl dayanıyorlar acaba?’ diye düşündü.
Ruhu düşman vaziyetini alan sayısız belâ karşısında hizmet gönüllüleri için bir dayanak noktası, bir yardım eli aradı. O sayısız ayrılıklardan, tahriplerden ve ölümlerden gelen hüzne ve gama karşı bir teselli…
‘O Aziz ve Hakîmdir: Üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir. Göklerin ve yerin hakimiyeti O’nundur. Hayatı veren ve alıp öldüren O’dur. O her şeye kadirdir. (Hadîd sûresi,1-2)
‘Hizmet gönüllülerinin maruz kaldığı bu zulümler seni neden bu kadar üzüyor? Her şeyin asıl Mâlik’i, Sahibi ve Rabbi olan Nakkaş-ı Ezelî’ye bak. Her şey, senin Yaratıcın olan şu memleketin Hakiki Mâlik’inin emrine boyun eğer, her şeyin dizgini O’nun elindedir, O’na bağlanman yeter.’
O (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlar ile beraber, Bediüzzaman’in himmeti yanlarında ise… Varsın Allah’tan kopmuş insanlar, onları karşılarına alsınlar, onlara işkence etsinler, azaba doymazlık içinde tazip üstüne tazipte bulunsunlar!.. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlarla beraber olduktan sonra, Allah’ın teveccühü onlarla beraber olduktan sonra!..
Sınırları aşıp hicret yollarındaki, gurbet diyarlardaki kardeşlerinin evine misafir olunca bambaşka bir yüzünü görüyor bu sürecin Ramazan…
O samimi insanlar, ülkenin dar sınırlarına sığmayan evrensel Ramazan kültürünü dünyaya taşımışlar ve taşıyorlar… Bu güzelim Hizmetin bir başka güzel boyutunu… Müslümanların sofrasının herkese ve her dine açık olduğunu gösteriyorlar… Online sofralar… online buluşmalar belki bugün… Ama yarının inşa edildiği muhteşem bugünler…
Abiler, ablalar… sevenler ve sevilenler… Her taraftan pırıl pırıl renkli fotoğraflar, her yerde teneffüs edilen sımsıcak havalar… her yanda tüllenen derin şefkat ve merhamet hisleri… Kinin, nefretin bulunmadığı-bulunamayacağı günler... Sadece sofraların değil, müminlerin gönüllerinin de herkese açık olduğunu ilan eden evrensel Ramazanlar…
Ruhlardaki o yumuşak, şefkatli, sihirli ve şiirli günler… Hâlâ yüreklerde dipdiri ve rengarenk açan güller gibi Ramazanlar… yeniden filizleniyor, gönüllerde en samimi duyguları tutuşturuyor… Sesleriyle, nur soluklarıyla… Tesbihleriyle, temcitleriyle.. ilahi sadaların muhteşem korolar teşkil ettiği derinlikleriyle o evrensel Ramazanlar insanlığa tebessüm ediyor…