'İçlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, onları (kötülüklerden, münkerden) temizleyen; onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü'minlere büyük bir lütufta bulunmuştur.' ( Al-i İmran, 3/164)
Ya Nebi! Dünyayı şereflendireceğin güne kadar gecenin gündüzden, iyinin kötüden, insanın da vahşi bir canavardan farkı yoktu. Dünya adeta umumi bir matemhane, varlık da kaos içinde debelenen zavallı bir mahluktu... Zulüm diyarıydı yeryüzü baştanbaşa…
Eşyanın yüzüne çaldığın nur sayesinde, karanlık ışıktan ayrıldı, geceler gündüze dönüştü; kâinat kelime kelime; cümle cümle, fasıl fasıl okunur bir kitap haline geldi.. ve her şey âdetâ yeniden dirildi, gerçek değerini buldu. Elinde mucizeli bir kitap, dilinde hakikatleri bildiren bir hitap, bütün insanlara hatta cinlere, meleklere ve bütün varlıklara ezelî bir hutbe okudun. Alemlerin yaratılışındaki hayret verici sırları çözüp açıkladın. Kâinatın anlaşılması zor hakikatlerini keşfederek `Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?`gibi akılları hayrette bırakıp meşgul eden müthiş ve mühim sorulara ikna edici makbul cevaplar verdin.
Hicretin, kurtuluş yolu oldu bize Ey Dost!… mesajın dünya ve âhiret saadetinin köprüsü... Samimi gönüller, Sen’in sayende yollar bulup Hakk'a yürüyebildi.
Sen insanlar arasından çıkan öyle bir Rehbersin ki, zahmete uğramamız Sana ağır gelir. Kalbin üstümüze titrer, bize karşı pek şefkatli ve merhametlisin. (Tevbe sûresi, 9/128)
Ama!.. Ey ışığıyla karanlık dünyalarımızı aydınlatan Nur, biz kör hissiyatımızla Seni anlayamadık!.. Bir kuru Hurma Kütüğü kadar dahi olsun Sana iştiyak duyamadık!
Hani, Mescid-i Nebevî inşa edilmiş ve Cuma namazları da burada kılınır olmuştu. Hutbe okumak ve insanlarla konuşurken göz göze iletişim kurabilmek için bir Hurma Kütüğünün üzerine çıkıyor ve sahabeye böyle sesleniyordun. Bir gün, Medine’ye dışarıdan gelen ashaptan birisi, bu durumunu görünce üç basamaklı bir minber yapmış ve yerine yenisi gelen eski Hurma Kütüğü de kenara konulmuştu.
Cuma vakti gelmiş, üzerine çıkıp ilk hutbeyi okuyordun ki o Hurma Kütüğünden devenin inlemesine benzer bir ses gelmeye başlamıştı. Bu sesi mescidde bulunan Ashab-ı Güzin de duyuyordu.
Sesin geldiği yöne dönmüştün. Adeta kütük, üzüntü ve kederinden ağlıyordu. Sen’den ayrılmış olmaktan, Sen’i bir daha göremeyeceğinden muzdaripti. Bu inlemeleri işiten sahabîler göz yaşlarını tutamamışlar, hüngür hüngür ağlıyorlardı. Aslında o, bu haliyle, hepimizden daha şuurlu, daha canlı ve hisliydi. ‘Sen’in ahirzamandaki kardeşleriniz!’, ‘Sen’in yolundayız!’ diyen bizlere… o Hurma Kütüğü ölümsüz bir ders vermek istiyordu.
Bu iniltinin, durmayacağını anlamıştın. Onun için, Hurma Kütüğüne doğru yönelmiş ve yürümeye başlamıştın. Yanına gelince mübarek ellerini üzerine koyup sıvazlamış, teselli etmiştin. O anda, inleme dinmiş ve kütük sükûna kavuşmuştu. Sen’den ayrılığın elemini, visalin tatlı huzuruyla unutmuş ve sessizliğe bürünmüştü.
Derken kütüğe doğru bir miktar eğilmiş ve:
- İstersen seni daha önce bulunduğun bahçeye göndereyim. Köklerin tekrar bitsin, hilkatin tamamlansın, yaprak ve meyvelerin yenilenip tazelensin. Ya da eğer istersen Cennette bir yere dikeyim ve sen, onun pınarlarından istifade edesin; güzel güzel filizler çıkarasın ve Allah’ın en sevgili kulları da senin meyvelerinden yesinler.’ buyurmuştun.
- Cennette bir yere dik beni, ya Resûlallah! demişti Hurma Kütüğü. Seninle ebedi olarak kalmayı arzu ediyordu biçilmiş, kuru bir ağaç. Şuursuz ve cansız gibi görünen bu kütük bizim gibi üç gün meyveye kavuşacağı bu fani dünya için terk etmek istemiyordu Sen’i ve bu iştiyakının karşılığını da bulacaktı. Zira:
- Onu, Cennete dikmemi tercih etti, buyuracaktın. (Darimi, Sünen, 1/29) "Eğer, ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, Resûlullah’ın ayrılığından kıyâmete kadar ağlaması böyle devam edecekti. Ebedî âlemi, fani âleme tercih etti." demiştin. (Mektubat)
Hasan-ı Basrî Hazretleri, bu mu'cizeyi talebelerine ders verirken, kendisini tutamaz göz yaşları arasında şöyle derdi:
"Ağaç, Resûl-i Ekrem’e (sav) meyl ve iştiyak gösteriyor. Sizler o Resûle meyl ve iştiyak göstermeye daha ziyade müstahaksınız." (Mektubat)
‘Ey o enfes râyihasıyla cihanları ıtriyat çarşısına çeviren Gül, Sen’i tam manasıyla anlayamama, ümit sabahlarımızı kapkaranlık bir hicran gecesine çevirdi. Göz gözü görmez oldu ve yollar bütünüyle birbirine karıştı.’
Sa'd İbn Rebi, Sen’in tarafından çok sevilen bir sahabiydi. Uhud'da, bir an gözlerden kaybolmuştu. Yanındaki sahabilere, etrafı bir arayın demiş, bir haber beklemiştin. Bir sahabi, Uhud Meydanı’nda Sa’d’ı ne kadar aradıysa da bulamamış, ne kadar seslendiyse de cevap alamamıştı. Eli boş dönmenin verdiği üzüntü içinde nihâyet son bir ümitle:
- Ey Sa’d! Beni Rasûlullâh gönderdi. Allâh Rasûlü’nün sana selamı var. Senin diriler arasında mı, yoksa şehîdler arasında mı bulunduğunu kendisine haber vermemi istedi!” diye yaralı ve şehîdlerin bulunduğu tarafa doğru seslenmişti.
O anda koma halinde ağır yaralı ya da vefat etmiş halde bulunan Hz. Sa’d, selamınla adeta hayat bulmuş ve ayağa kalkmıştı:
- Ve Aleyküm selâm ya Resûlallah!... demiş ve sonra kendisini bulan zata dönerek şu ibret verici sözleri söylemişti:
- Allah Resûlü'ne benden selam söyleyin, Uhud'un verasından üfül üfül esen Cennetin kokularını duyuyorum… Vallâhi gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı düşmanlardan korumaz da başına bir musîbet gelmesine sebep olursanız, sizin için Allâh katında ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!” (Muvatta, Cihâd, 41; Hâkim, III, 221/4906; İbn-i Hişâm, III, 47)
Ey güzeller güzeli Sevgili, bize de ‘Kardeşlerim!’ diyerek selam gönderdin ama ölü ruhlarımız Sa’d bin Rebi gibi dirilmedi. Çünkü gönüllerimizde korkunç bir gaflet, bezginlik ve basiretsizlik haylûleti var. Senin selamınla dirilmeyen ruhların "ba'sü ba'de'l-mevt"i hiç mümkün mü? Ziyasını, rengini, desenini Sen’den almayan gönüller nasıl dirilebilir ki..!
Ya Nebi, halimizi görüyorsun! Belki durmamız gereken yerde duramadık, olmamız gerektiği gibi de olamadık ve Sen’in adını ulaştırmamız gereken yere de ulaştıramadık. Ama bugün, samimi Hizmet sevdalılarının yaşadığı ağır imtihanlar, çektiği sıkıntılar…Hicret yollarında yaşadıkları gurbetler Sen’in yolunda bir adım atma çabası ve gayretinin göstergesi. Sen’in onlara bağladığın ümitleri boşa çıkarmama cehdi ve gayreti...
Ey şefkati, adaletini aşkın Gönüller Sultanı, Seni unuttuğumuzun, Sana saygısızlıkta bulunduğumuzun farkındayız; ama Sen, şimdiye kadar bundan daha acılarını da gördün; incinsen de küsmedin, vefasızlık görsen de alâkanı kesmedin.
Cebel-i Nur’da, Mevla’nın eline tutuşturduğu şem’ayı her tarafa ulaştırma azminde bu hasbi Hizmet gönüllüleri. Asr-ı Saadet’i bir izdüşüm şeklinde yeniden yaşıyorlar. Kardeşin olmak için ashabının çektiği sıkıntılara maruz kalmak zorunda olacaklarına candan inanmışlar: ‘Peygamberler güzergâhı olan bu yolda fedakârlığın en ağırına bile katlanmak bir vecibedir ve aktif sabır ehline Allah’ın öyle bir vaadi vardır ki, ona mukabil bütün dünya ve dünyevî musibetler çok hafif gelir.’
Mekke’deki boykot ahirzamanda bir kere daha sahneye kondu Ey Dost! Hizmet erlerinin yine o günkü gibi evleri, adresleri işaretlendi…çarpı atıldı isimlerine, kapılarına. İşyerlerine, mallarına el koydular…Kayyım deyip kıydılar alınteri helal mülklerine. ‘Açlıktan ölsünler, ağaç kabukları yesinler!’ sözü bir kere daha yankılandı ihtiyar dünyamızın kubbesinde…kinle, nefretle ve hasetle…
Ya Nebi, bu boykot Şi'b-i Ebî Talip Mahallesi’yle de sınırlı kalmadı, bütün bir memlekete yayıldı bugün…hatta cahiliyye kafasını taşıyan insanların olduğu başka diyarlara da sıçradı… Ashâb-ı Kirâm’ın işkenceler karşısında boyun eğmediğini ve sayılarının her gün artmakta olduğunu gören zalimler, bugün başka bir kılıkta “Bunlar Hizmet vasıtasıyla birbirleriyle ve başka insanlarla sevgi ve barış adacıkları oluşturuyorlar; vifak ve ittifakları yeni güzelliklere vesile oluyor.” diye o boykot hadisesini şeytanca bir mülahazayla bu asırda yeniden düşündüler. Hizmet insanlarının üzerine hücum edip köklerini kazımanın hesabına düştüler.
O dönemde çölde aç-susuz, bırakılan o ashab gibi bugün de yaş kuru tefrik edilmeden, Hizmet’e değmiş değmemiş demeden herkese çektirildi ve çektiriliyor. Yüzbinlerce insan işten atıldı, memuriyetten dışlandı; okulları kapatılıp işsiz, güçsüz bir kuru ekmeğe muhtaç bırakıldı. “Bunlara bir damla su bile yok!” denilerek bir sindirme, bir algı operasyonu yapıldı. Bu zulümler, o dönemde müşrikler tarafından yapıldı. Ama bugün Müslümanım diyen geçinen talihsizler yaptı bunu.
Haticeler yine bir lokma ekmeğe muhtaç hale getirildi Ya Nebi! Çocuklar, yine eridi yok oldu… Bir eş ve bir baba olarak o gün yaşadığın hüznün bugün yüzbinlerce babanın gözyaşlarına karışmış.
O gün, müşrik oldukları halde, Hâkim b. Hizam, Ebu’l-Bahterî ve Hişam b. Amr b. Hârisa gibi insaf ehli insanlar bu zulme başkaldırmıştı. Bugün alnını yere koyan insanlardan hiçbiri, binlerce ailenin yüreğini sızlatan, binlerce masum insanı gadre uğratan zalimlere karşı “yeter artık!” diyemedi. En azından Mekke’deki o müşrikler gibi insanca bir tavır sergileyemediler. Dilsiz şeytan kesilip düştüler tarihin karanlık dehlizlerine. Birileri cürüm işledi, diğerleri de cürüm karşısında sessiz kalarak hatta alkışlayarak o cürme iştirak etti.
Ya Nebi! O gün Mekke’nin kızgın çöllerinde ashabı güzin efendilerimiz güneşin altında adeta çarmıha geriliyor; taşa tutuluyordu. Hayatlarına son verecek işkencelere maruz kalıyorlardı. Bugün Mekke’nin o kızgın çölleri olmuş hapishaneler, zindanlar, hücreler…Ammarlar, Yasirler, Sümeyyeler, Bilaller parmaklıklar arkasında, hücrede… işkenceden işkenceye hayatları cehennem haline getirilen o günleri yeniden yaşıyorlar.
“Acaba algı operasyonlarıyla, işkencelerle, zulümlerle, kadınları bebekleri hapse atmakla bu insanları inandıkları şeyden vazgeçirebilir miyiz? Haydi bir fasıl daha, haydi bir fasıl daha!..” Kullanmadıkları argüman kalmadı: İnsan öldürmeden alın da, mahrum etmeye, zincir vurmaya, bir kaç günde sadece bir su sunmaya kadar işkencenin en utandırıcılarını yaptılar. Fakat Sen’in samimi kardeşlerini sindiremediler.
Ey Dost, kaç bahar gelip geçti biz hep hazandayız ama, düşe-kalka olsa da hep yolundayız.
Ey Sevgili, Mekke’nin zalimleri, Sen’in ve ashabının azimli ve kararlı duruşu karşısında paniklemişlerdi. Bu güzelliklerin önünü almak için acaba ne yapmalıydılar? Okul bahçelerinden yol geçirmekle, öğretmenlerin diplomalarını iptal etmekle, tabelalarını sökmekle bu sevgi selinin önünü almak mümkün değildi. Parayla, şöhretle, makamla satın alınacak gibi durmuyordu bu Hizmet sevdalıları.
Sen’i tamamen ortadan kaldırmak için hani “Dâru’n-Nedve” denilen kulüpte toplanmışlardı. Bir ihtiyar kılığında Şeytan da onların arasına katılmıştı. “Her kabileden birer ikişer genç seçelim. Onları organize edelim. O’nun üzerine hep beraber saldırsınlar ve O’nu hep birlikte öldürsünler. Böyle yaparsak bütün kavim ve kabilelerle savaşmayı göze alamazlar.” teklifinde anlaşmışlardı.
Hizmet’in boy atıp gelişmesini engellemekten aciz kalınca, insî ve cinnî şeytanlar, samimi insanları imha için asırlar sonra yine “Dâru’n-Nedve” gibi kulüplerde biraraya geldiler. Bu böyle olmayacaktı, ‘Düzmece bir darbe’yle bütün memleket bu düşmanlığın içine çekilmeliydi.
Yine kuşatıldı evler, ss’ler yürüdüler yuvaların üzerine…ne bağ kaldı, ne bahçe, ne ev… ne de evin harabesi! Tagallübe, tahakküme, tasalluta, taarruza maruz kaldı her şey. Tagallüp, tahakküm, tasallut, Ebu Cehillerin, Utbelerin, Şeybelerin, İbn-i Ebî Mu’aytların işiydi. “Bunların hepsi bize kaldı; bunları vatandaşlıktan çıkardık, azlettik!” dediler.
Annelerin çocuklarına karşı olan iniltilerinde, çocukların inleyen sesinde, annesiz çocukların ağlamasında, bu kini duyduk hep!.. Derdest edilmiş, zindana atılmış; bir vehme binaen, bir cinnet saikasıyla, bir paranoya düşüncesiyle esir edilmiş masum insanlar. Aileler parçalanmış, toplum, didik didik edilmiş. Dün de öyleydi bugün de öyle…
Ya Nebi! Hani ‘Bu din, kendisini bilmeyen, hâl ve dilinden anlamayan insanlar arasında neş'et etti. Bir gün gelecek, ilk ortaya çıktığı anki garipliğine tekrar dönecek ve bir kere daha gurbet yaşayacak.’ diye haber vermiştin ya…hepsini yaşadı ve yaşıyor Hizmet gönüllüleri… Ebu Cehiller, Utbeler, Şeybeler…İbnü Selül gibi münafıklar her tarafta cirit atıyor.
Hz. Aişe’ye iftira atanlar, bugün yine, yüz binlerce mensubu bulunan masum bir Cemaat ve onun masum ve mazlum rehberine her gün tarihte eşine rastlanmadık yalan ve iftiralarla hücum ediyorlar…
Bozguncuların, fesat ve süfyan şebekesinin tahribatına karşı tamir yolunu tutup can siperane mücadele veren bu asrın garipleri bu zor günleri ancak Sen’inle aşabilirler Ya Nebi! Davana baş koymuş bu yiğitler bir kere daha gönüllerine doğacağın anı hasretle bekliyor. Hicret yollarında…akrabayla, aileyle karşı karşıya geldikleri Bedir Önleri’nde; Uhud gibi karşılarına çıkan Meriç ve Ege’nin sarp yokuşlarında…ellerinde bir şey kalmamış Hendek arkasında Sana medyun ve Sana müştak halde yolunu gözlüyorlar.
Bütün ağır şartlara ve dayanılmaz işkencelere rağmen: ‘Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık (iman zayıflığı) olanların: "Allah ve Resulünün bize zafer vâd etmesi, meğer bizi aldatmak içinmiş!" dedikleri gibi demiyorlar.
Onlar, inanan, inanmayan bütün dünyanın onlara karşı birleşip saldırması karşısında tıpkı Ashab-ı Güzin gibi: "İşte bu diyorlar, Allah ve Resulünün bize vâd ettiği zafer! Allah da, Resulü de elbette doğru söylemiştir." diyorlar. Yaşadıkları bu en ağır süreç onların sadece, iman ve teslimiyetlerini artırmış. Bu güzide Hizmet gönüllüleri Sen’in ruhlarına yeniden doğmanı hasretle bekliyorlar!
‘Ey güzeller güzeli Sevgili gel, bir kere daha yeniden misafirimiz ol. Tahtını sinelerimize kur ve bize buyurabildiğin her şeyi buyur. Gel, gönüllerimizdeki karanlıkları kov, bütün benliğimize ruhunun ilhamlarını duyur ve bize yeniden diriliş yollarını göster. Gel, her gün biraz daha azgınlaşan şu zulmetleri güneşlere taç giydiren ışığınla dağıt ve herkesi inleten zulüm ve adaletsizlik ateşini söndürüver. Gel, her şekliyle kine, nefrete, düşmanlığa kilitlenmiş şu zavallı ruhların boyunlarındaki zincirleri çöz; sevgiye, merhamete, şefkate hasret giden sinelerimizi muhabbetle, hoşgörüyle coştur.
Dahîlek ya Resûlallah - Bizi de nurlu halkana al ey Allah'ın Resûlü!...
“Allahım! Efendimiz Muhammed’e kusursuz bir salât ve rahmet, mükemmel bir selâm ve selâmet vermeni diliyoruz. O Peygamber ki, O’nun hürmetine düğümler çözülür, sıkıntılar ve belalar O’nun hürmetine açılıp dağılır, hacet ve ihtiyaçlar O’nun hürmetine yerine getirilir. Maksatlara O’nun hürmetine ulaşılır, güzel sonuçlar O’nun hürmetine elde edilir. O’nun şerefli yüzü hürmetine yağmur yüklü bulutlarla rahmet istenilir. Allah’ım, O’na, ehl-i beytine ve ashabına her göz kırpacak ve nefes alıp verecek kadarlık zaman diliminde (her an) Sana malum olan varlıklar sayısınca salât ü selam olsun.’
8 Kasım Cuma günü Mevlid Kandili… Bu münasebetle tüm samimi insanların Sen’inle yeniden doğacakları bu kutlu gün dünyaya hayır getirsin…barış ve huzura vesile olsun… Sen bizler gibi sadece bir kere doğmadın/doğmazsın. Kutlu Doğumunu müminler hasretle bekliyor…