Hava o gün daha serin, yağışlı ve ürkütücü derecede karanlıktı. Gökyüzünün kubbesi çatlamış gibi aralıksız rahmet yağıyordu. Mülâzım Ahmet Halit Efendi o gece de uyanık kalmıştı. Zifiri karanlıkta, vahşi tabiatla iyice zorlaşan siperde, nisan yağmurunun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın hüzünle esmesi onu derinden derine düşündürüyordu. Açlık, susuzluk, hastalık ve sefaletin bütün ağırlığıyla yaşandığı bu savaşta uyku bir türlü tutmamıştı kendisini. Bir taraftan iç içe geçen hazin gurbetler yaşarken diğer taraftan düşman askerleri arasında kandırılmış Müslümanların kendilerine karşı savaştığını duymakla yıkılmıştı. Çok acı bir durumdu. Bu vahşet içinde aczine, yalnızlığına baktı, ümidi kesildi. Ne yapmalıydı?
Şafak sökmek üzereydi. O elim savaş meydanında insanlardan ayrılıp Rabbi ile baş başa kaldı. Sıkıntıdan bunalan ruhuna bir ferahlık arıyordu. Bu hal içinde sabahın o ıssız, sessiz, vahşi ortamında ağaçların hışırtılarından gelen hazîn bir ses, rikkatine çok dokundu. Bu hazin vaziyette Kumkale’deki siperin içine serdi seccadesini, Kainâtın Sultanı’na kulluğunu ilan etti. Ellerini kaldırdı, dua etti:
-Allah’ım, koskocaman bir coğrafyada İslâm’ı müdafa etmiş bu son karakolu bozguna uğratma! Asırlarca İslâm dünyasının namus, şeref ve haysiyetini koruma vazifesi görmüş olan bu milleti çiğnetme Ya Rabbi!...
Bu kutsal toprakların çiğnenmemesi, geleceğin dünyasının yeniden şekillenmesi adına çok önemliydi. Zira, bu millet, yüzyıllarca İslâm dünyasının hâmîsi olma gibi büyük bir misyonu eda etmiş ve bütün milletlerin şuuraltlarında öyle yer almıştı. Cenab-ı Hakk, insanların iyiliği için ortaya çıkardığı bu hayırlı millete öyle mükemmel bir kök vermiş ki, o tam dokuz asır Efendisi’nin Aleyhissalatü vesselam bayrağını en yüksek burçlarda dalgalandırmıştı. Doğu’dan, Batı’dan, aşağıdan, yukarıdan… dünyanın en şiddetli ordularının birden yüklendiği saldırılara karşı insanî değerleri hep muhafaza etmişti.
İşte bu yüzden, onun yüksek manevi gücünü hesaba katmayanlar Çanakkale Boğazı’nda büyük hataya düşmüşlerdi. ‘Kahve içme rahatlığı’nda İstanbul önlerine demirleyeceklerini zannetmekle yanılmışlardı. Hayalleri boğazın serin sularına gömülmüştü.
Nusret Mayın Gemisi’nin 26 tane bozuk mayınına mağlup düşen devletler, Nisan 1915’te bu defa kara savaşlarına girişmişlerdi. Savaşı kazanmak için şiddetli bir hırsla, özel birliklerden, gaz bombalarına kadar her yola başvuruyorlardı. Ama, Allah, din adına ahirzamanda büyük hizmetler yapacak olan İslâm’ın bu samimi evlatlarını teslim etmeyecekti. Bedir’de meleklerini indirdiği gibi, Çanakkale’de de Anadolu’nun yağız delikanlısının imdadına meleklerini gönderecekti. Ve gönderdi de.
Günün ilk ışıklarıyla birlikte ellerini yüzüne sürüp kalktı genç adam. Siperleri kontrol etti.
Mevzilerdeki hareketlilik artmıştı. Yağmur hızını kesmiş, hafif hafif çiseliyordu. Tepelerin arkasından yüzünü göstermeye başlayan güneş, ıslak yapraklarda, yerdeki su birikintilerinde, çiçeklere konmuş yağmur damlalarında ışıl ışıl parlıyordu. Tahrip edilen yerler hariç yeşilliklere bürünmüştü her taraf. Dehşetinden çocukların birden ak saçlı ihtiyarlara döneceği bu Cehennemî ateşin içinde de olsa bahar yine gelmişti. Rüzgârla sallanan yemyeşil otlar ve doyum olmayan güzellikleriyle rengârenk çiçekler göz kamaştıran endamları ve gönül coşturan keyfiyetleriyle felaketin içindeki yüzlere tebessüm ediyordu. Her biri kendine has rengi ve şekliyle üzerine bulaşan karanlıktan silkinerek mahmur güzelliğiyle ayağa kalkıyor, farklı dillerle Yüce Yaratıcı’yı ilan ediyordu.
Ahmet Halit Efendi, düşman siperlerinde oynaşan günün ışıltılarına dikkatle bakınca şaşırdı. Kimse görünmüyordu ortalıkta. Düşman askerleri zifiri karanlıktan istifade ederek cepheyi boşaltmışlardı. Ortalık binlerce ceset, hayvan leşi ve terk edilmiş silahlarla doluydu. Bir telaşla, alelacele çekildikleri belliydi.
Genç teğmen, arkadaşları ile birlikte siperleri gezdiği sırada, düşman tarafından bir askerin sıçraya sıçraya kendilerine yaklaşmakta olduğunu gördü. Onu gören askerlerden birkaçı bu düşman askerine ateş açmaya başladı. Fakat, bir türlü vuramıyorlardı. Düşman askeri ateş açmadan sıçrayarak yaklaşıyordu. Anlaşılan, bomba atma mesafesine gelince el bombası atacaktı.
Ahmet Halit Efendi, hemen silahını ona doğrulttu ve ateşledi. İlk atışında düşman askerinin yere düşüp debelendiğini gördü. Vurulmuştu. Sürünerek yanına gitti. Adam ölmüştü. Fransız üniforması içindeki Afrikalı bir askerdi. Üzerini aradı, cebinde Kur’ân-ı Kerim görünce Müslüman olduğunu anladı. Çok üzüldü. Ama onu öldürmeseydi, o asker, kendisini sebepsiz yere öldürecekti. Korktuğu başına gelmişti işte. Ruhuna büyük bir keder çöktü. Kim bilir arkasında kimleri bırakmıştı bu esmer asker… eşini, çocuklarını… kendisine muhtaç olan annesini, babasını… kimbilir? Belki ondan asla haber alamayacaklardı. Asıl önemlisi, ne için savaşmış ve ne için öldürülmüştü?
Ah, Âlem-i İslâm’ın şu içler acısı hali… ve iniltileri yürekler dağlayan mazlumların dün de bugün de ahvali…
Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın haber verdiği gibi, İslâmiyet, başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemini yaşıyordu.
Ve en garibi, en şiddetlisi de Nam-ı Celil-i Muhammedî'yi dünyanın her yerine ulaştıracak olan samimi insanların ülkesinde yaşanıyordu. Dün düşman bilinenlerin hücumuyla bugün de kendilerine Müslümanım diyen fısk u fücür sahibi insafsızların eliyle…
Ahmet Halit Efendi’nin yaşadığı bu ibretlik hadise onda ne uyku bıraktı ne de iştah… İslâm dünyasının bu içler acısı halinden gelen elemlere, kalbine indirilen darbelere insanın katlanması mümkün değildi. Askerin cebinden çıkarmış olduğu Kur’ân’ı Kerim’in yüzünde günlerce gözyaşı döktü. (Bu Kur’ân’ı Kerim, (merhumun oğlu Ethem Ruhi Üngör Bey’in bilgilendirmesiyle) düne kadar İstanbul’daki Özel Fatih Üniversitesi’nde muhafaza edilmekteydi…)
Bu bahtsız Müslümanların durumu Tayyar Paşa’ya da ulaştı. Savaşın ilerleyen günlerinde düşman saflarında çarpışan bu insanları uyarmak için bir şeyler yapılmalıydı. Nihayet, savaşın çok şiddetli geçtiği bir gün Tayyar Paşa, karşı cephede Müslüman askerlerin de bulunduğunu anlayarak önemli bazı tedbirler düşündü. Ezanı güzel okuyan gür sesli askerlerin sabah namazından önce toplanmasını istedi.
Cephedekilerin, gecenin gafletinden sıyrılarak sehere gözlerini açtıkları vakitte elliye yakın asker gür sesle Ezan-ı Muhammedî’yi okumaya başladı:
Allâhü ekber Allâhü ekber
Allâhü ekber Allâhü ekber
Eşhedü en lâ ilâhe illallah
Eşhedü en lâ ilâhe illallah
…..
Ortalık bir anda bu kutsî sesle nura gark olmuştu. Herkeste müthiş bir heyecan... Takdir-i İlâhî düşman siperlerine doğru esmeye başlayan bir rüzgâr da Ezan-ı Muhammedî’yi taşıyordu karşı tarafa. Düşman siperlerinde yankılandı bu İlâhî sadâ.
Tam bu sıralarda düşman üniforması içinde abdest hazırlığında olan Senegalli Khadim duyduğu sese inanamadı. Kulak kabarttı. Yanılmamıştı. Bu, lisan-ı Muhammedî’ydi. Aman Allah’ım bu topraklar neresiydi? Kaç günden beri Müslüman insanlara mı gülle yağdırıyorlardı yoksa? Kafasından her şey uçup gitti. Heyecanla koştu, takım arkadaşı Usman (Osman)’ın kolundan çekti:
- Usman, duyduğum şeyi sen de duyuyor musun?
- Evet!
- Karşı cephedekiler Müslüman o zaman!
- Komutana sordum, ‘Bu bir savaş taktiği!’ dedi. ‘Sizin Müslüman olduğunuzu anlayınca, böyle bir hileyle sizi kandırmak istiyorlar.’
- Benim içime bir kurt düştü. Bu kadar askerin, ezanı bu kadar güzel okuyacağını hiç zannetmiyorum. Bu işin aslını çözmeden rahat edemem artık.
- Ne yapacaksın ya!
- İkimiz yapacağız!..
- Neyi, ikimiz?!
- Şuradaki nöbetçilere gözükmeden elimizde beyaz bayrakla ağaçların arasından karşı siperlere yaklaşacağız.
Arkadaşı Usman heyecanlanmıştı:
- Eee? Sonra?
- Sonra, yazdığımız kağıt parçasını bir taşa sarıp onlara fırlatabileceğimiz noktaya kadar sokulacağız ve merakımızı gidermeye çalışacağız.
- Ya bizi vururlarsa?
- Zannetmiyorum. Sen geride kalırsın, ben sokulurum… Ölürsem de bu işin aslını öğrenmeye değer. Ama nedense içim çok rahat. Hem bizi rahatlıkla avlayacakları noktada durmayacağız ki! Şu ezan sesini duyuyorsun değil mi? Bunlar kesinlikle Müslüman insanlar... Sen çadırdan acele beyaz bir çarşaf bul, olmazsa beyaz bir atlet neyse… ne bulursan al, hemen gel. Ben de kağıt ve kalem bulayım!
-Tamam, Khadim, haydi o zaman!
Biraz sonra iki arkadaş, Khadim önde, elinde beyaz bayrağı sallayarak, karşı siperlere yaklaştı. Ağaçları kendilerine siper yapmayı ihmal etmiyorlardı. Khadim, karşı tarafı endişelendirmemek için cebinden kağıdı çıkardı, yerden aldığı bir taşa sardı ve siperin içine değil de ön tarafına doğru fırlattı.
Kağıda basit bir şekilde hem Arapça, hem de Fransızca olarak aynı soruyu yazmıştı:
- Bizler, Senegalli Müslüman askerleriz. Osmanlılar’ın yanında savaşacağımızı söylediler. Biraz önce ezan sesi duyduk. Siz kimsiniz?
Çok geçmeden, onların olduğu tarafa aynı şekilde taşa sarılmış olarak bir kağıt atıldı. Khadim, aceleyle hemen taşı aldı, okudu:
-Burası, Osmanlı toprakları. Bizler de Müslüman Osmanlı askerleriyiz. Bize karşı savaşıyorsunuz.
Khadim, bu cevap karşısında şok oldu. Usman’a titrek bir sesle okudu. Ve kağıdın ardından, bir Osmanlı askeri ağaç dalına astığı beyaz bezle fundalıkları siper yaparak onlara yaklaştı. Bir hayli sokulunca elinde tuttuğu bir çıkını fundalıkların dibine bıraktı ve geri döndü.
Khadim ve Usman, çok tuhaf olmuşlardı. Yaklaşıp çıkını yerden aldılar. İçinde küçük bir Kur’ân-ı Kerim ve biraz yiyecek vardı.
Kur’ân-ı Kerim’i görünce çok duygulandı Khadim. Dolu dolu gözleriyle öpüp özenle cebine koydu. Yiyeceklere hiç iltifat etmeyip olduğu gibi arkadaşına verdi. İki arkadaş artık her şeyden emin olarak hızla geri döndüler.
Khadim, hayretler içinde kalan Usman’a baktı. Arkadaşı hala sorguluyordu:
-Bizi buraya getirenler: “Osmanlı padişahını esir ettiler. Bizimle birlikte savaşın ki halifeyi ve Osmanlı Devleti’ni kurtaralım!” demedi mi?
- Evet, dediler. Bunun cevabı çok açık: Bizi kandırmışlar.
- Peki şimdi ne yapacağız?
- Bak, Usman, buraya neden geldik?
- İslâm’ın halifesini korumak için… ama herkes öyle değil. Bazıları zorla getirildi.
- Evet, doğru söylüyorsun. En azından bizim geldiğimiz yerdeki beş manga bu niyetle geldik. Yani, İslâm’ın halifesini korumak için… Şimdi, öyle bir şey yapmalıyız ki, hem bugüne kadar yaptığımız zayiatı telafi edelim hem de bizi kandıranlara iyi bir ders verelim.
- Ayaklansak ne yapabiliriz ki? Topu topu beş mangayız. Hemen kurşuna dizerler bizi.
- Biz buraya İslâm’ın halifesini korumaya ve gerekirse ölmeye geldik, değil mi?
Usman hiç tereddüt etmeden:
- Evet, dedi.
- O halde bu, bir. İkincisi… Osmanlı askerlerinin en büyük hedefi, çok zarar gördükleri (parmağıyla işaret ederek) şu üç büyük topu ele geçirmek veya imha etmek değil mi?
- Evet! (Usman’ın kafasında şimşekler çaktı) Tamam, anladım, bizi kandıranlara en büyük zararı ancak böyle verebiliriz. Çok doğru diyorsun…
- Ama… dedi, yine Khadim, biliyorsun… Bu işte esir edilmek de var… ölmek de.
- Bu adamlar mümkün değil, bizi memleketimize sağ göndermezler. Geldiğim günden beri geri dönmeyi kafamdan silmiştim zaten. (Gözleri dolmuştu. Dört yaşındaki küçük kızı aklına gelmiş olmalıydı.) Mangamdaki herkes de aynı düşüncede. Bunlar eninde sonunda bizi öne sürüp telef ederler. Hiç olmazsa önümüze gelen şu fırsatı iyi değerlendirelim.
Arkadaşının bu konuşmasından Khadim de çok etkilendi. Gözlerini uzak ufuklara dikti. Onun da gözleri dolmuştu:
- Aynı fikirdeyim. Bir şeye yarayıp da Rabbimizin huzuruna gidelim. İşte şehitlik önümüzde duruyor. Allah’ıma sonsuz şükürler olsun ki gözlerimizi ve kulaklarımızı bugün hakikate açtı.
- O halde ikindiye kadar belli etmeden mangamızdaki arkadaşlarımızla konuşalım. Son temiz çamaşırlarımızı giyelim, abdestli olarak ikindiden hemen sonra toplarımızın başında buluşalım.
- Tamam, inşallah.
Kucaklaşıp ayrıldılar.
Düşman devletler, Khadim ve Usman gibi bu insanların bir kısmını:
“Sizin halifenizle beraberiz. Onun düşmanı ile savaşıyoruz. O halde sizin de halifenize yardım etmeniz, dinî açıdan borcunuzdur.” diyerek cepheye getirmişlerdi.
Bu sözlere itibar etmeyenleri ise, baskıyla, şiddetle sürmüşlerdi cepheye. Askere gitmek istemeyenlerin annesini-babasını hapislere atıp işkenceler altında inletmişler, evini barkını yakmışlardı. Eğer savaşta kanlarını son damlasına kadar dökmeyecek olurlarsa ailelerini perişan edeceklerini tekrar tekrar söylemişlerdi.
Khadim ve şehrindeki elli kişi gönüllü olarak savaşa katılmıştı. Önce gemilerle Mısır’a getirilmişler, burada bir ay kadar talimden geçirilmişlerdi. Khadim ve arkadaşları zeki ve becerikliydiler. Öğretileni hemen kapıyorlardı. İslâm’ın halifesini koruma adına savaştıklarını zannettiklerinden çok istekliydiler. O yüzden Khadim, manga komutanı olarak uzun menzilli ve gülleleri çok tesirli olan topların başında görevlendirilmişti.
İkindiden sonra herkes yine topların başındaki yerini aldı. Yalnız bir garip halleri vardı Senegalli askerlerin. Bağırmıyorlar, çağırmıyorlardı. Derûni bir sûkuta bürünmüşlerdi. Arka siperlerde kendilerini dikkatle izleyen komutanlarının gözünde şüphelenecek hiçbir şey yoktu. Zira, ‘Savaşın kaderinde ruhun sarsılmaları her zaman olur,’ diye düşünüyorlardı. Fakat, gerçekte Senegalli bu askerler, Khadim başta olmak üzere, biraz sonra şehadet şerbetini yudumlayıp Rahman u Rahim’e kavuşma arzusundaydılar.
Khadim, sipere gelmeden az önce, sekiz yaşındaki oğlu Babakar’a (Ebubekir’e) sahra hastanesinde görevli bir hemşehrisi vasıtasıyla çok önemli bir emanet bırakmıştı. ‘Geriye dönerse ancak bu adam, döner.’ diye düşünmüştü. Bu emanet, Osmanlı askerinin sabah kendisine verdiği Kur’ân-ı Kerim’di. Senegal’de bu kutsal kitabı o günlerde bulmak neredeyse imkansızdı. Hatta Khadim, daha önce öğrenmek için hocasının elinden aldığı çok eski bir mushafın dışında böyle güzel bir Kur’ân’ı hiçbir şekilde temin edememişti. İşte, ilk defa sahip olduğu Kur’ân-ı Kerim’in iç kapağına şu notu yazmıştı:
“Oğlum, Babakar’ım! Sana ve annene göndereceğim tek mektup ve biricik emanet bu Kutsal Kitap’tır. Bunu iyi anlayın ve sahip çıkın. Allah’a emanet olun. Çanakkale’den Khadim.”
Sonra da şahsi eşyalarıyla beraber hemşehrisine teslim etmişti. Özellikle, Kur’ân-ı Kerim’e çok özen göstermesini sıkı sıkı tembih etmişti.
- Kur’ân-ı Kerim’i ve şu eşyalarımı oğlum Babakar’a ver lütfen. Beni hiç unutmasın!
Adam, bu da nereden çıktı, der gibi onun yüzüne bakınca:
- Savaştayız, görüyorsun, ne olacağımız hiç belli olmaz, deyip geçiştirmişti.
Ardından, üniformasının altına temiz ve güzel kıyafetlerini giymiş, er meydanına çıkmıştı. Usman’la ve diğer manga başlarıyla göz göze geldi. Onlar da içleri ferah, hazır vaziyetteydiler.
Devasa çukurlarda, raylar üzerine kurulan çok büyük toplara gülleleri sürdüler. Her birinin başında onlarca kişi çalışıyordu. Hiç dikkat edilmeyecek şekilde topları tnt ile doldurup ağızlarını sıkıca kapattılar. Üçünü birden patlatacaklardı. Osmanlı askerlerine verdikleri zarar yeterliydi.
Khadim son bir kez Usman’a ve diğer arkadaşlarına baktı. Her şey tamamdı. Baş hareketiyle, hızla çukurların dışına çıkıp toprak tepelerin arkasına yattılar. Yirmi metre gerisinde olan komutanları son anda durumu fark ettiler; ama artık çok geçti.
Khadim’in:
Kelime-i Şehadet getirip “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz.) demesiyle birlikte büyük bir gürültü koptu. Kulakları sağır eden patlamalar oldu.
Toz, duman birbirine karışmış, gökyüzüne bir bulut kütlesi halinde yükseliyordu. Topların namluları tamamen yarılmıştı. İstedikleri gerçekleşmişti. Gözleri arkada kalmayacaktı artık.
Ve neye uğradıklarını şaşıran komutanların emriyle Senegalli askerler mermi yağmuruna tutuldular.
Patlayan silahlar, havayı tamamen kaplayan barut kokusu ve art arda devrilen bedenler. Burası vatanları değildi, ama İslâm âleminin belini kıran tefrika illetinden böyle intikam alıyorlardı. Kimsesiz, öksüz ve garip oldukları bu topraklarda ebedi olan Yâr’e kavuşma ümidiyle bu dünya gurbetinden kurtuluyorlardı.
Derisinin renginden dolayı hep horlandığı şu vahşet diyarından toprağın şefkatli sinesine gidiyordu Khadim. Dünya sürgününden azat olup bütün dostlara, dostların dostluğuna kavuşuyordu. Lâhut âlemine doğru uçmak için çırpınıp duran ruhu nihayet beden kafesinden kurtulmuştu. Hak, hukuk ve adaletin tamamen hakim olduğu bir diyara gidiyordu. Ayaklarına keyfi olarak esaret zincirlerinin vurulmayacağı bir yere... Emeller onda sonsuz, elemler omzunda tepe tepe yürüyordu Allah’a.
Ve gün geldi…Anadolu’nun fedakâr evlatları, cömert esnaf ve tüccarları açıldılar Afrika’nın her köşesine… Khadim’in ülkesi Senegal’e… Herhangi bir kılık altında bir menfaat için değil. Ya da yakıp yıktıklarını telafi etmek için de değil... Tamamen insanlığa samimi duygularla hizmet edip onların evlatlarını kendi özüne döndürmek için… ömürlerini bu istikamette geçirmek için...
Asırlardır devam eden zulümler, acılar, ayrılıklar, çaresizlikler ve ümitsizlikler Hizmet sevdalılarının yetiştirecekleri Altın Nesil ile son bulacak... Afrika’ya duyacakları derin bağlılıkla ülkelerine hizmet edecekler.
Sarmış ışık her yanı; sarmış sonsuzdan gelen nurlar bütün cihanı. Artık dem aydın ruhların demi, devran da onların devranı…
Çanakkale ruhu asla bitmez…