Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, 12 Mart Muhtırası’nın ardından, güya irticâî faaliyet yapma suçlamasıyla 3 Mayıs 1971’de tutuklanmış ve altı ay hapishanede kaldıktan sonra tahliye edilmişti. Hapishaneden çıktığı dönemde, iyi bir mü’min olarak tanıdığı ve vefa beklediği bazı kimselerin bile: “Artık bizi bu işlere beni karıştırma!..” dediğine şahit olmuş ve çok kırılmıştı. Din ve vatan uğrunda başladığı hizmetlerin anlaşılamamış olmasından dolayı pek kederlenmiş ve davaya müteallik işlerin yarım kalacağından endişe etmişti.
Hocaefendi’ye yönelik darbe sadece muhtıradan gelmiyordu. Dindar insanlar olarak bilinen bazı kimseler bu fırsattan yararlanıp onu yalnızlaştırma çabasına girmişlerdi. Hocaefendi’nin söylediği yeni şeyler ve Türk toplumunun önüne koyduğu yeni hizmet alanları, bu kişilerden tepki görüyordu. Fethullah Gülen Hocaefendi’yi yalnızlaştırmayı amaçlayan, belki de onu küstürüp Erzurum’a dönmesini hedefleyen bu hareketlerin karargâhı İstanbul’du ve etkileri İzmir’e kadar uzanıyordu. İzmir’deki o sıkıntılı dönemi anlatırken: “Ağlatan meselelerin olmadığı gün yok gibiydi. Bir hafakan basar, gecenin ikisinde üçünde dışarı çıkar saatlerce yürürdüm” diyor Hocaefendi. Dostların attığı gül dahi kanatır, oysaki çok kere dostlarından başına balyoz yiyordu. Böyle bir durumda acı ve ıstırabı içine atmak zorundaydı. İçi kan ağlayacak ama; dudaklarında sürekli tebessüm olacak. Veya kendisine kan kusturanlara o yine de kızılcık şerbeti ikram edecek... Bunlar söylendiği kadar kolay şeyler değildir. Ancak, davası adına bütün bunlara katlanmak zorunda kalıyordu.
İşte o zor günlerde, Hocaefendi birkaç arkadaşıyla küçük bir odada toplandı. Orada hislerini aktarmaya ve inkisârını ifade etmeye çalıştı. Bazı insanların davayı suçlamaları ve küçük bir tazyikten dolayı geri çekilmeleri dolayısıyla ne kadar ızdırap çektiğini anlattı. Bir aralık, gözyaşları içinde: “Boyunduruğu yere mi koyacaksınız?” deyince Yusuf Bekmezci Ağabey, birden ayağa fırladı, yumruğunu göğsüne vurdu ve: “Hocam, yoluna canım kurban!.” deyip gürledi. Yusuf Ağabey’in bu yiğitçe hareketi oradaki birkaç kişi üzerinde derin tesir bıraktı. ‘Diğerleri de onu takip ettiler; çokları kendi köşelerine çekilseler de bu vefalı dostlarım bir kere daha yüzümü güldürdüler ve ondan sonra da o günkü ahdlerine hep sâdık kaldılar.’ diyerek hayırla yad ediyor Hocaefendi o güzel insanı…
‘O ilk arkadaşlarımızın yaptıkları hizmetleri yürekten alkışlıyor, takdir ediyor ve kendilerine medyuniyetimi ifadeyi bir borç biliyorum. Onlar bu davaya sahip çıktılar ve tarihte eşi çok az görülmüş bir hizmete muvaffak oldular. Hatta denebilir ki, o işin felsefesini bilmedikleri halde senelerce kendilerinden istenen her işe koştular. Tam kırk-elli yıl boyunca iltifat beklemeden, mükâfat peşine düşmeden ve en küçük görülen hizmetler karşısında bile: “Bundan ne çıkar ki!” demeden vazife yaptılar. Kimi zaman bir tarlada, bazen bir derenin kenarına kurulan küçücük bir çadırda, bir başka defa üç dört kişinin zor sığdığı bir tahta kulübede bir araya geldiler; aşkla, ümitle, iştiyakla ve sabırla hizmet kozasını ördüler. Yalnızca bir ev açabildikleri dönemde “Gelecek adına bu hanecik ne ifade eder?” demediler; bir yurttan bir şey çıkmayacağını söylemek gibi bir bozgunculuğa asla girmediler; okul açma ihtiyacı hasıl olunca: “Gücümüz yetmez!” mazeretini akıllarına bile getirmediler. Allah’ın rızasına matuf olarak kendilerine teklif edilen her işin altına girdi ve hiç tereddüde düşmeden bulundukları yolda sürekli ilerlediler. Ellerinden tuttukları herkesi Fakir’le tanışmaya ve sohbetlere taşıdılar. “Bir kere ile ne olur ki?!.” bahanesinin ardına saklanmadılar. Bazı insanların camiye gelmediklerini görünce, kendileri kahvehanelerin kapılarını aşındırdılar; kumar oynayan, çirkin konuşan ve küstahça davranan en kaba kimselere dahi bazı hakikatlerin anlatılabileceğine inandılar. Tavlanın başındaki insanlara bile yalvarıp yakardılar, onları yirmi otuz dakikalığına razı edip susturdular ve meselelerimizin duyurulmasını sağladılar. Normalde beşer karakteri ve mantığı bu işe “makul” demezdi; oradan bir şey çıkacağına ihtimal vermezdi. Fakat, işin doğrusu o arkadaşlarımın hiçbiri yapılanları faydasız görmedi, hiçbir zaman ye’se düşmedi, kaçıp bir kenara çekilmedi ve, “Bunlar beyhûde gayretler!” diyerek ümitsizlik sergilemedi. Hangi birini sayayım bilemiyorum; Yusuf Bekmezci, merhum Mustafa Ok, rahmetlik Cahit Erdoğan, merhum Naci Şençekicer, Köse Mahmut, Hacı Kemal ve Ali Kervancı gibi dostlarımdan hiçbiri beni inkisara düşürmedi. Onlar işin felsefesine vakıf kimseler miydi, Allah bilir; fakat, Cenâb-ı Hak onlara bilmeleri lazım geleni bildirmişti. Evet, onlar bilinmesi gerekeni bilmiş ve başkalarına da bildirmek için adeta didinmişlerdi. Sağlam duruşlarıyla, bitmeyen fedakârlıklarıyla, sönmeyen aşk u iştiyaklarıyla sürekli kuvve-i maneviyeyi takviye ettiler ve sonrakilere hüsn-ü misal oldular. Şayet, bir şey ifade edecekse, ben bu arkadaşlarımı asla unutamam; onların yaptıklarını görmezlikten gelemem; hatta Allah’ın lütfuyla kurtuluşa erenler arasında haşredilirsem, -biiznillah- o dostlarımı almadan Cennet’e bile giremem ve kat’iyen onları, işin felsefesini bilip bilmemelerine göre değerlendiremem.”
Hocaefendi’nin, "Ben onu hem namaza olan düşkünlüğüyle hem de vaaz kürsülerinin altından kalbime dokunan hıçkırıklarıyla hatırlayacağım." dediği Yusuf Bekmezci ile Kestanepazarı'ndaki ilk yıllarında tanışmıştı. “Yusuf Bekmezci Bey, cami cemaatından biri olarak yanıma gelir giderdi. Çok samimi bir insandı. Her konuşmadan sonra, ağlayarak sarılır ve alnımdan öperdi.” Hocaefendi, Kestanepazarı Kur’an Kursu’nda müdür, öğretmen, vaiz, işçi, hizmetli, aşçı… Bütün bunların yanında kahvehanede konuşmacıydı. Onun bu hizmet aşkı pek çok insan gibi Yusuf Bekmezci Ağabey’i de etkilemişti. ‘O zaman bana, yarı resmi Ege'nin her yerinde vaazetme selahiyeti verdiler. Bir iki defa Antalya’ya gittim. Ancak… İşin temelinde o yörelerin vaazu nasihata karşı alakasızlıklarından dolayı, sohbetlerimin çok yararlı olduğunu söyleyemem. Yine Allah (cc) bilir... İzmir'e geldiğim ilk yıl ben Aydın'a da gitmiş hatta üç-dört gün kalıp vaaz da etmiştim. Ancak orada da bir anlayış görmedim. Onları, bizim konuşma tarzımıza ve bizim düşüncelerimize karşı kapalı buldum. Ödemiş ve Tire biraz daha farklıydı. Tire'ye birkaç defa vaaza gittim. Oradaki arkadaşlar da hep geliyordu. Ancak bazı kimselerde kendini her şey görme gibi marazi bir ruh hali vardı. Mesela, vaazdan sonra oturmuş sohbet ediyorduk. Ben iman ve Kur'an hakikatlarına dair bir şeyler söylerken, oradakilerden biri "Sen onları bırak, sahabeden bahset, onları biz biliriz" gibi laflar etti. Ne o zaman ne de daha sonra bu arkadaşlara mukabelede bulunmadım. Salihli'ye de giderdim. Yakın olduğundan Turgutlu'ya gitmem daha sık oluyordu. Denizli'ye de gittim. O devrede değil ama Isparta’ya da gittim. O sene, ertesi sene, kış olmasına rağmen Simav, Gediz ve daha uzak yerlere gidip sohbet edebiliyordum.’
Hocaefendi, bir taraftan da İzmir’in içinde iki-üç yerde vaaz veriyordu. Aynı zamanda çevre şehirlere de gitmeye çalışıyordu. Zaten her cuma Kestanepazarı Camii'nde vaaz veriyordu. Bunun dışındaki vaazları mümkün mertebe cumartesi pazar günlerine sıkıştırmaya gayret ediyordu. ‘Demek ki bünyem mukavemetli imiş, dayanabiliyormuşum. Mesela, cumartesi gidip bir yerde vaaz veriyordum. Geceyi yolda geçiriyor ve ertesi gün de bir başka yerde vaaz veriyor ve hiç dinlenmeden o akşamı da yolda geçiriyor, derken ertesi sabah derse yetişiyor talebeye ders veriyordum. Böyle sıkı bir program ve yüklü bir çalışma tempom vardı.’
Toplu ulaşım araçlarının çok seyrek olduğu ve bu kadar uzun seyahat etmenin büyük sıkıntılar oluşturduğu o devrede yine Yusuf Bekmezci Ağabey devreye girecekti… Onun da arabası yoktu. Ama değil mi ki hizmet edilecekti, Yusuf Ağabey, araba kiralar ve Hocaefendi’nin gideceği yerlere onunla birlikte giderdi. ‘Önceleri gidip-gelmeleri umuma ait vasıtalarla yapıyordum. Daha sonra, Yusuf Bekmezci ve Köse Mahmud'la tanıştık. Onların da arabaları yoktu. Ama onlar araba kiralar ve gideceğimiz yerlere öyle giderdik.’
Yusuf Bekmezci Ağabey’in o günün zor şartlarında kiraladığı arabalarla İzmir ve çevresinde Hocaefendi’nin gidip kahvehanesinde konuşma yapmadığı semt neredeyse kalmadı. Hatta konuşması üzerine, bazı kıraathanelerde oyun kâğıtlarının yerini kütüphane aldı. Kıraathane sahibi oyun kağıtlarını yakarak imha etti. Bir kahvehane toplantısı, mimarlık fakültesinin yanındaki üniversite kıraathanesinde oldu. Çoğu üniversite öğrencisi olan dinleyicilerle bu sohbeti dört saat sürdü. Öyle ki, cadde tıkandı, belediye otobüsleri geçemedi. Ama bütün bu gayretlerine ve çok mütevazi bir kişiliğe sahip olmasına rağmen çevresindeki bazı yakın kişiler onu sinsi sinsi kıskanıyorlardı.
“Ben kendimi, yapılan hizmetler açısından bu işin ehli olarak asla görmedim ve hâlâ da görmüyorum. Fakat, bu bana ait olması gereken düşünceyi, bana bir başkasının söylemesi asla doğru değildir. Bu tür ifadeler de beni ayrıca rahatsız ediyordu. Şunu kasemle temin edebilirim ki, ben "fücur" kelimesinin kendisinden dahi rahatsız olan bir insanım ve hayatımı öyle disipline etmeye çalıştım. Buna rağmen bir gün bir kitap açtım. Karşıma "Allah bu dini racul-ü facir ile de kuvvetlendirir" mealindeki hadis çıktı. Ben bunu okudum ve kendime hitap ediyor kabul ettim. Fakat orada bulunanlardan biri, bu payeyi de bana çok gördü gayet müstehzi bir eda ile, "Sen kendini hizmet ediyor mu sanıyorsun ki, dini kuvvetlendiren racul-ü facir olasın" dedi. İster istemez bu tür ifadelerden rahatsız oluyordum.”
Tam bu yıllarda, Kuveyt emiri, “Her yıl zekât fonumuzun bir kısmını Türkiye’deki İslami hizmetlere aktaralım” talimatını vermişti. Türkiye’ye resmi bir ziyarette bunan Kuveytli bakan, emirin bu isteğini yerine getirmek için bir muhatap arıyordu. Bu meseleyi Hocaefendi’ye getirdiler. Ama o, o günlerde birkaç arabayı dolduracak kadar olan Yusuf Bekmezci gibi ağabeylerle görüştü. Aslında daha baştan Hocaefendi, böyle bir yardımın Türk insanı için doğru olmayacağını ifade ediyordu. Türkiye zengin bir ülke değildi. Belki 1970’li yıllarda hizmetler için yardımlar henüz yeterli değildi ama yapılacak iş ne olursa olsun, müracaat edilecek yer Türk milletinin himmeti olacaktı. Ve Yusuf Ağabey gibi kıymetli abiler o gün tekrar ellerini göğüslerine vuracaktı. Nitekim ileride sadece hizmete yardım için iki evinden birini satan hatta tek evini satıp kiraya çıkan insanlar çıkacaktı. Hocaefendi onun için şöyle diyecekti: “Bu harekette hiç kimsenin, hiçbir gücün tek bir senti bile yoktur. Bu destan, dünyayı değiştirmeye gelmiş bir insanın (Hazreti Muhammed (SAV) peşinde koşanların destanıdır… Bu, sahabe dönemi gibi örneği kendinden olan bir harekettir. Benzeri az bir fedakârlık örneğidir…”
Beşinci senenin sonuna doğruydu ki, Kestanepazarı'ndaki idareciler Hocaefendiye karşı tavır koymaya başladılar. “Belki istihbarat tarafından tazyik ediliyorlardı, bilemiyorum. Fakat kulağıma böyle bir söylenti gelmişti. Benim üzerime idareci getirdiler. Bana, sen talebeye karışmayacaksın, sadece derslere girip çıkacaksın, dediler. İstenen belliydi. Benim Kestanepazarı'nı terk etmem isteniyordu. Kalabileceğim bir ev aramaya başlamıştım. Esas istenen, talebeyi benden koparmaktı. Onun için de İmam Hatip Okulu'nun yanında yapılan binaya talebeyi taşımakta ısrar ediyorlardı. Talebe ihzari kısmını ben hiç düşünmeden reddettim. Çünkü son ârzum, Kestanepazarı'nın bir yerinde gömülmek ve kabrimden talebelerin gürültüsünü dinlemekti. Evet, dünyada bütün arzu ve isteğim buydu.’ O günler ve daha sonrasında Hocaefendi’nin yanından ayrılmayan Yusuf Bekmezci Ağabey…
Devam edeceğiz inşallah…
* Çok kıymetli Yusuf Bekmezci Ağabey’imize, Cenâb-ı Erhamü’r-Râhimîn’den rahmet ve mağfiret diliyoruz. Onunla kader birliği etmiş ve kalbi teessür içinde olan başta Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi olmak üzere bütün yol arkadaşlarına taziyelerimizi arz ediyoruz, yakınlarına ve tüm sevenlerine sabr-ı cemîl niyaz ediyoruz.