Urfa İpek Palas Oteli’nin 27 nolu odasında bir garip adam oldukça bitkin ve hasta haliyle yatıyor. İçişleri Bakanı Namık Gedik, ölüm döşeğindeki bu masum insanın her ne surette olursa olsun Urfa’dan çıkarılması için Vali’ye emir üstüne emir gönderiyor. Ankara, adeta ateş püskürüyor dünya namına pek bir şeyi olmayan bu güzel insana.
O asrımızda Sa'd b. Muaz gibi yaşamış. İnsanlar arasında, dağ başlarında, zindanlarda ama hep ötelerin yamaçlarında nefes almış. ‘Sen ismini 'Bediüzzaman' yazıyorsun. Lakap övmeyi ima eder.’ diyenlere: ‘Övmek için değildir. Kusurlarımı, özürlerimi, mazeretimi bu ünvan ile ilan ediyorum. Zira bedi, garip demektir. Benim ahlakım, suretim gibi ve üslub-u beyanım, elbisem gibi gariptir. Hem de muradım, 'bedi' garip demektir." (Hutbe-i Şamiye'nin Zeyli) demiş.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) asırlar öncesinden "bedee'l-islamü ğarîben ve seyeûdu ğarîben kemâ bedee fe-tûbâ li'l-ğuraba ellezîne yuslihûne mâ efseden-nâs" yani "İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun!" (Müslim, İman) diyerek tarif ettiği çağın en Garip Adamı…
Bir dağ başında unutulup gitsin diye 1925'lerde Barla'ya sürgün edilmiş. Bir kır bekçisiyle görüşmesi bile çok görülmüş. Hapishanelerde ve hücrelerde yaşamaya zorlanmış. Eser yazmaması için alınmış her türlü tedbir. Fakat o büyük mücadele insanı, bütün engellemelere rağmen işlemiş eserlerini sigara kâğıtlarına, tahta parçalarına ve o varidat, bir yolunu bulup gelmiş bizlere bugün. Sahabenin yakaladığı o saf ruha ulaşmak için hem dünya hem de ukba hayatını feda etmiş o… ‘Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum.’ Bütün ömrü harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçmiş. Çekmediği cefa, görmediği eza kalmamış. Bir cani gibi muamele görmüş Divan-ı Harplerde … Bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollanmış, defalarca zehirlenmiş, türlü türlü hakaretlere maruz kalmış. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bıraktığı mirası asrımızdaki sinelere taşımak için 28 sene çile çekmiş o güzel insan.
İstanbul’u işgal eden düşman başkumandanının, Şeyhülislâm ve bir kısım hocaları kandırıp ülkenin mağlûbiyetine zemin hazırladığı bir sırada Hutuvât-ı Sitte eserini neşredip o kumandanın dehşetli plânını kırmış. Geri çekilmemiş asla o eli kanlı düşman kumandanının idam tehdidine karşı. Sibirya’da esarette iken Rus’un başkumandanının idam kararına da ehemmiyet vermemiş. Nasıl abdest alabilirim derdine düşmüş. 31 Mart Hâdisesi’nde onca kargaşaya ve tehlikeye rağmen askerlerin karşına geçip itaate getirmiş sekiz taburu bir nutukla. Divan-ı Harb-i Örfî’de mahkemedeki paşaların pencereden iplerde sallanan bedenleri gösterip: “Bak Sen de mürtecisin, hak ve hukukun üstün olduğu bir hayat istemişsin?” diyerek onu da darağacıyla tehdit etmelerine karşı, idama beş para kıymet vermemiş yine. ‘Alın bu da kefenim olsun diyerek fırlatmış sarığını Hurşit Paşa’nın suratına. “Eğer meşrutiyet bir fırkanın baskısından ibaret ise bütün cin ve ins şahit olsun ki ben mürteciyim ve şeriatın (adaletin) bir tek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım!”
Ve mahkemeden idam kararı beklenirken hakkında beraat kararı verilmiş. Onlara teşekkür etmeyerek mahkeme kapısından itibaren “Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!” diyerek zulmü yüksek sesle haykırmış yollarda. Ankara’da başkanlık makamında bütün mebusların huzurunda hakkı hiç çekinmeden söylemiş. Ne onlardan korkmuş ne de dalkavukluk yapmış.
Onca düşmanlığa, kine ve nefrete rağmen sürgün edildiği altı ilde asayişin ihlâline dair bir tek suçu kaydedilmemiş. Islah etmiş mahpusları hangi hapishaneye girmişse. Dünyanın rütbelerine hiç ehemmiyet vermemiş. Şefkatinin şiddetinden masumlara zarar gelmemesi için zulüm ve sıkıntılara kendisini feda etmiş. Ama, ülkeye demokrasi getirecek diye ümit bağlanan insanlar, ona bir otel odasını dahi çok görüyorlar o gün… O suçlu değil, bütün mahkemelerden beraat etmiş özgür bir insan. ‘Buraya nasıl kalkıp geldi ise, öyle de gidecek.’ diye kaldığı odaya şiddetli baskılar yapılıyor. ‘Bizzat Vekil Bey’den gelen emir kat’îdir. Hemen Urfa’dan çıkacaksınız.’
‘Efendim hastalığı şiddetlidir, tekrar 24 saatlik yol zahmetine katlanması imkânsız.’ Sözleri vicdanlara tesir etmiyor. O buraya ruhunun ufkuna yürümeye gelmiş. Dokuz yıla yakın, üzerinde ibadet ve tefekkür ettiği çınar ağacına sarılıp hüngür hüngür ağlamış, veda edip çıkmış bu son yolculuğuna. Kaç geceler dalları arasında sabahlamış, Allah’ı zikretmiş ve Risaleleri yazmış... Bu gurbet diyarda uzun yıllar yalnızlığını paylaştığı arkadaşına sıkı sıkı sarılmış, hıçkırıklarla ağlamış o vefalı insan. Ardından, hüzünlerine, ağlamalarına, dualarına ve insanlık için yakarışlarına şahitlik eden Barla’daki odasına girmiş. Hazin ağlayışı dışarıdan işitenlerin yüreklerini dağlamış... Ama sevgiye adanmış bu gönül insanını anlamamış pek çok kimse…
Urfa’ya gitmesi de anlaşılmamış. 23 Mart 1960 Çarşamba gecesi saat üç suları… Oteldeki o hüzünlü odada yanında Bayram Yüksel Ağabey var. Üstad’ın mübarek dudakları kuruyor. Vücudu ateş gibi yanıyor. Bayram Ağabey ıslak mendille siliyor ama bu hiç görülmemiş bir hararet. Sanki şimdiye kadar kendisine 19 kez verilen o çok ağır zehirler bu son saatlerde etkisini göstermeye başlamış. Üstad ellerini göğsüne koyup uyuyor. O uyudu diye sobayı yakıyor Bayram Yüksel Ağabey ve gözleri dolu dolu bakıyor Üstad’ına. Ayak ucuna geçip uyanacak diye bekliyor... ‘Ağabeyler de gelecek ve sahur yemeği yiyeceğiz’ diye düşünüyor...
Yolculuk sırasında Üstad’ın ‘Bunlar beni anlayamadılar, bunlar beni anlayamadılar, bunlar beni anlayamadılar, bunlar beni siyasete bulaştırmak istediler.’ sözleri yankılanıyor yine kulaklarında… Gözlerinden yaşlar akıyor… Üşümesin diye örtüyor üstünü qma bilmiyor ki Üstadı ebedî âleme göçmüş. 'İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn’ “Biz Allah’a aidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz.” (Bakara S. 2/156)
Ondan geriya kalanlar; Saat, cübbe, seccade, sarık, eski bir iç gömlek, çinko bir tencere, çaydanlık, sarık üzerine sarılacak bir bez, üç mendil, bir havlu, hırka, eski bir gömlek, kırık bir gözlük, bir dua kitabı, iki de kalem. (Urfa: 23 Mart 1960. Hakim: Özdemir Türker Katip: İbrahim Dedeşah) Onun bir mezar taşı dahi olmamış. Kendisi için cismi değil Risale-i Nurlar’dır önemli olan. Yaşatılması ve korunması gereken en önemli dava budur. ‘Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevi dua ile ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler… Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir.’ Ey zamanı güzelleştiren Büyük Üstad! Bugün dünyanın dört bir tarafına dağılan hizmet erleri sana milyonlarca Fatiha gönderiyorlar, Yasin-i Şerifler okuyorlar, binlerce hatimler paylaşıyorlar. Ellerinde bahar hediyeleriyle sana sesleniyorlar: Henien leke! Henien leke - Helal olsun sana.. Helal olsun sana!