Hicretin üzerinden büyük ve ağır mücadelelerle dolu altı yıl geçmişti. Hem muhacirler hem de Ensar, Kâbe'yi ziyaret özlemiyle yanıp tutuşuyorlardı.
Nihayet, Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) 1400 sahabeyle birlikte Mekke'ye doğru hareket etti. Niyetlerinin barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka silah almamışlardı.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hudeybiye’ye varınca amaçlarını izah etsin diye Hz. Osman'ı Mekke’ye elçi olarak gönderdi.
Fakat, bir müddet sonra Hz. Osman'ın müşrikler tarafından şehid edildiği haberini duyunca, son derece müteessir oldu.
"Madem böyle, bu kavimle çarpışmadıkça, buradan kesinlikle ayrılmayacağız." buyurdu.
Zaten yapılabilecek başka bir şey de kalmamıştı. Sulh tekliflerine yanaşmadıkları gibi, kendilerine gönderilen elçiyi de şehid etmişlerdi.
Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Allahü Teâla, bana biât yapılmasını emretti!" diye seslendi.
Hâtemü'l-Enbiyâ Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), daha sonra Rıdvan Ağacı olarak adlandırılacak olan Semüre ağacı altında durdu. Müslümanlar da teker teker, çarpışmaktan yüz çevirmeyeceklerine, Allah ve Resûlü yolunda canlarını fedâ edinceye kadar mücadele edeceklerine dair biât ettiler.
Bu bîattan bir tek kişi kaçındı: Cedd bin Kays.
Develerin arasına saklandı. Kimse görmez zannetti. Canı ve arkada bıraktığı ailesi, malı mülkü elini kolunu bağlamış, bu büyük fırsatı kaçırmıştı. Üstelik tavrı, üslubu suçlayıcı mahiyetteydi. Bir peygamber nasıl olurda (haşa) bu sonucu görmez de beş yüz kilometre yol yürütürdü insanları.
Halbuki, Cenâb-ı Hak, bu biâtta bulunan Müslümanlardan razı ve memnun olduğunu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle beyân edecekti:
"And olsun ki, (Hudeybiye’de) o ağacın altında sana bîat eden mü'minlerden Allah râzı oldu. Kalplerinde olanı bildiği için Allah onların üzerine sükûnet ve emniyet indirdi ve onları yakın bir fetihle mükâfatlandırdı. Elde edecekleri pek çok ganimetleri de onlara nasip etti. Çünkü Allah'ın kudreti her şeye galiptir ve hikmeti her şeyi kuşatır." (Fetih, 48/18-19)
Resûl-i Ekrem Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde:
"Ağaç altında gerçekten bîat edenlerden hiçbiri cehenneme girmeyecektir." (Müsned, 3, 350) buyurarak, bu bîatta bulunan Müslümanların faziletini açıkça beyan etmişlerdir.
Evet, Allah (cc), o mü'minlerden razı olurken, kendini akıllı zanneden biri bundan mahrum olmuştu.
Yine, Cedd bin Kays, sıcaklık, kuraklık, uzaklık ve düşman ordusunun gücü gibi unsurların iyice zorlaştırdığı Tebük Seferi’nden de sıyrılmayı kendince başarmıştı. Kendini, çoluk çocuğunu, evini barkını güven altına aldıktan sonra çok da öyle mücadeleye gerek olmadığını düşünüyordu. Bir iki ortada gözükür ve bu da yeterliydi işte.
Oysa, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya), bu seferin çok çetin bir imtihan olacağı mülahazasıyla hareket etmişti. Güçlüsüyle zayıfıyla bütün Müslümanları açıktan mücadeleye davet etmiş ve inananlar arasında umumî seferberlik havasının yayılmasını sağlamıştı. O, bir yandan "Allahım, şu bir avuç İslâm toplumunun yok olmasına fırsat verirsen, artık yeryüzünde Sana ibadet eden kalmayacak!" diyerek Mevlâ-yı Müteâl'e içini dökmüş, O'nun havl ve kuvvetine sığınmış; diğer taraftan da, bütün mü'minleri mallarıyla ve canlarıyla teşvik etmiş, zafer için gereken sebepleri yerine getirmişti.
Tebük hazırlıkları sırasında, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in teşvikleri üzerine tarihte eşine az rastlanabilecek fedakârlık örnekleri sergilenmişti. Zenginiyle fakiriyle topyekün Ashab-ı Kiram yeryüzündeki bu bir avuç Müslümana yardım için koşmuşlardı. "Aileme Allah'ı ve Rasûlü'nü bıraktım" diyen Hazreti Ebu Bekir malının tamamını bu uğurda vermiş. Onu hayranlıkla seyreden Hazreti Ömer ve Abdurrahman b. Avf gibi önde gelenler mallarının yarısını verirken, diğer sahabîler de servetlerinin büyük bir bölümünü ortaya koymuşlardı.
Sadece erkekler değil, kadınlar da bu mücadele için gayret etmiş ve onlar da imkanları ölçüsünde yardımda bulunmuşlardı. Sadaka ve himmetlerini Hazreti Aişe Validemizin evinde toplamış; bilezik, halhal, yüzük, küpe ve daha işe yarayacak ne varsa getirip yere serdikleri bir örtüye bırakıvermişlerdi. Kimisi birkaç tane bilezik verirken, kimisi de develerin ayağını bağlamaya yarayacak bir kayışı ancak bulabilmiş ve onunla da olsa yardım edenlerin arasına dahil olmuştu.
O gün elinde hiç imkanı olmayan sahabîler bile, bu mücahadede bulunanların arasında yer alabilmek için adeta çırpınmışlardı; onlardan kimisi başındaki sarığını çıkarıp vermiş, kimisi sabaha kadar su çekerek kazanıp getirdiği bir avuç hurmayı tasadduk etmiş ve kimisi de evindeki tek su kırbasını dine yardım etmek için toplanan malların içine katarak umumî sevaba ortak olmuştu. Evet, o gün, gönülden inanmış her insana, hiçbir bahane ve mazeretin ardına saklanmadan, yüreğini ortaya koyup gücü ve kuvveti ölçüsünde yardımda bulunmak düşüyordu; mü'minler işte bunu yapmışlardı.
Bu sefere, Cedd bin Kays gibi Ebû Hayseme el-Ensarî da katılmamıştı. Seferin başladığı zaman tam bağ bozumu mevsimiydi; dallardaki meyveler insanlara tebessüm ediyordu. Güneşin kavuruculuğuna karşılık gölgenin daha bir kıymetlendiği sıcak bir gündü. Ebû Hayseme'nin zevcesi bahçedeki ağaçları sulamış ve çardağa su serperek havayı iyice serinletmişti. Güzel yemekler hazırlamış, sofrayı serin su ve taze meyvelerle donatmıştı. Ebû Hayseme, kendisine arz edilen bu nimetler içinde, gölgenin serinliğini damarlarında hissettiği, soğuk sudan kana kana içtiği ve eşinin varlığıyla daha da inşiraha erdiği bir anda zihnine hücum eden bir mülahazayla ürperivermişti. Kendi kendine, "Allah'ın elçisi güneşin altında, kızgın rüzgar karşısında ve boğucu kum fırtınaları içinde harbe gitsin; Ebû Hayseme ise serin gölgede otursun, güzel güzel yemekler yesin ve eşinin yanında safa sürsün; bu revâ mıdır, bir mü'mine hiç yakışır mı?" demişti. Hemen ayağa kalkmış, devesini semerlemiş ve ailesiyle vedalaşıp yola koyulmuştu.
O esnâda, ashabıyla beraber bir su başında azıcık dinlenmekte olan Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine tarafından bir toz bulutunun yükseldiğini görünce, "Keşke Ebû Hayseme olsan!.." demişti. Biraz sonra da beklediği ve tahmin ettiği insanı karşısında görünce büyük memnuniyet duymuştu. Telaşla ve canı dudağında kervana katılan Ebû Hayseme ise, Allah Rasûlü'nün yanına varınca sadece "Yâ Rasûlallah, nerede ise helak oluyordum" diyebilmişti. Zira o, mü'minlerden ayrılmanın ve mücahededen geri kalmanın ciddî bir günah olduğunu biliyordu ve işte böyle bir günahla helâk olmaktan çok korkmuştu. Geç de olsa her şeyi elinin tersiyle itip kafileye arkadan yetişmiş ve böylece Efendiler Efendisi'nin sancağı altına girerek o korkudan emin olmuştu. O, Cedd bin Kays gibi fırsatı kaçırmamıştı.
Ve bugün dine hizmet mukabilinde Allah’ın rızasını kazanmış o güzide sahabelerin hemen arkasında ahirzaman garipleri olarak bâkî ve daimî bir lütfu kazanmak veya kaybetmek davası başımıza açılmış.
Onların yaşadığı gibi bugün de bu dava ağır bir imtihandan geçiyor. ‘Müslümanların dertlerini paylaşmayan onların dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.’ diyor Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). Bunun manası hakiki Müslüman değildir demek oluyor. Bu açıdan, hapishanelerde çırıl çıplak soyulan, soğuk su altında bekletilen, dayak, küfür ve psikolojik işkenceyle mağdur edilen insanlardan, annesiz babasız bırakılan çocuklara; 17 bin kadından, 100 binlerce tutukludan ve anneleri ile ceza evinde yaşayan 700 bebekten; doğum yaptıktan saatler sonra kundaktaki bebeğiyle tutuklanıp gadre uğrayan masumlara kadar, kendi ülkesinde yiyecek bir lokma ekmeğin bile çok görüldüğü mazluma kadar herkese el uzatmak, duasında onları unutmamak birer mü’minlik vazifesidir. ‘Ben burada rahatça yaşarken, zulüm gören, gurbet tadan kardeşlerim ne yapıyor ızdırabı kalplere ok gibi saplanmalı. Ve mutlaka bir şeyler yapmalı o mazlum kardeşleri, ablaları, ağabeyleri için…
‘Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat ehl-i İslâm’ın eleminden gelen teellümât beni ezdi Alem-i İslâm’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum.” diyen Bediüzzaman, Müslümanlar’ın dertleriyle dertlenmiş, onların maruz kaldığı zulüm ve musibetler için elinden ne geliyorsa yapmaya çalışmıştır.
“Sizden kim bir münker (kötülük, zulüm) görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu da imanın en zayıf mertebesidir.” Hadis-i Şerifini kendisine şiar edinen Üstad, münker karşısında mümkünse fiilen tavır almış, onu eliyle düzeltmek için gayret göstermiştir. Buna imkân yoksa lisanıyla, hitabeleriyle ve yazılarıyla münkere karşı çıkmıştır.
Bunun manasının anlatılması lazım. Bugün buna şiddetli ihtiyaç var. Bu aynı zamanda bir mü’mince tavrın ifadesidir. O mü’minler adına heyecan duymanın ve onların ıstırabını paylaşmanın, onların elemlerini paylaşmanın ifadesidir. Paylaşmazsanız onlardan değilsiniz demektir. Bu açıdan da onun hakiki manasını, arka planını, dayandığı dayanakları, maslahatları, hikmetleri, faydaları anlatmak gerek.
Belâ ve musibetlerin balyozlar gibi başa inip-kalktığı bu zamanda, suçlu arama peşine düşmek hizmete zarar verir. “Falanlar böyle yapmasalardı, filanlar şöyle yapmasalardı, biz de bunlara maruz kalmazdık!” gibi tamamen şeytanın dürtüleri ile hareket etme zamanı değil şimdi. Zaten, inananı, inanmayanı birlik olup ayrıştırıyor, bölüyor, milleti birbiriyle boğuşturuyor, yaka-paça haline getiriyor. Şeytan avucuna almış onları. Elin-âlemin ayrıştırmasına bir de bizim iştirak etmemize ne gerek var?
Bugün Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve güzide ashabıyla temsil edilen dine hizmet davasının yanında, içinde, göbeğinde olduğunu Hakk nezdinde gösterme zamanı.
Bugün bunun hakkını verme günü. Yoksa toz duman dağılıp her şey ayan beyan ortaya döküldüğünde herkes kahraman kesilir. İyi zamanda, her şeyin şakır şakır önümüze varidât döktüğü anlarda, toparlanmak kolaydır. Asıl bugün kenetlenebilmek önemlidir.
Ensarı, Muhaciri el ele verip daha coşkun bir şekilde hizmetlerine kilitlenmeli. Ensar, muhacir kardeşini kendisine rakip ya da engel gibi görmemeli. Muhacir de hicret diyarına gelişmiş bir ülke, okul, imkan, kariyer vs için gelmediğini hep aklında tutmalı. Evet, bunlar da lazım ama bunlar sadece bir vesile. Ya da kendini ve ailesini güvenli bir ortama atmakla her şeyin bittiğini zannetmemeli. Tek bir şey için zorluklara katlanarak yollara düştük…o da: Yoluna baş koyduğumuz davamız…
Ve…‘Madem bu müthiş zamanda, dehşetli düşmanlar, şiddetli baskılar, hücum eden bid’atlar ve sapkınlıklar karşısında bizler çok az, zayıf, fakir ve kuvvetsiz olmamıza rağmen, gayet ağır, büyük, mukaddes ve bütün insanlıkla alakalı olan imana ve Kur’an’a hizmet vazifesi Allah’ın ihsanı ile omzumuza konulmuş... Elbette bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya herkesten daha çok mecburuz ve bununla vazifeliyiz. İhlasın sırrını kalbimize yerleştirmeye son derecede muhtacız.
Yoksa hem şimdiye kadar yaptığımız kudsi hizmet kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli şekilde sorumlu oluruz.’