Allah’ı seviyor ve O’nun tarafından sevilmek istiyorsak, bunun en önemli vesilesi Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) tâbi olmak, O’nu sevmek ve bütün aleme sevdirmektir.
İnsanlığa hizmeti gaye edinmiş masum insanların karşısına zalimlerin çıkacağı, peşi peşine Süfyanlar’ın yol keseceği; birinin bıraktığı bir şeyi, bir başkasının devam ettireceği ama her birinin şartlar ve konjonktür, hangi argümanları kullanmayı gerektiriyorsa, onları kullanacağı hemen hemen bütün kaynaklarda ifade edilir. Bir zaman “Din yok!” denilir; o argümanlar kullanılır. Millet azıcık dine yöneldiğinde ise, şeytan bu defa o dini argümanları kullanabilecek Abdullah İbni Sebe gibi insanlar üretir.
İmtihanların çok ağır olduğu böyle zamanlarda, Allah’ın yardımıyla ancak çizgimizi koruyabilir ve Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunabildiğimiz ölçüde inşiraha mazhar olabiliriz. Allah bunaldığımız hadiseler karşısında kalbimizi açar, gönlümüzü coşturur ve bizi yeniden şahlandırır.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu konuda “Allah’ı kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin.” buyuruyor. (Suyutî, el-Camiu’s-Sağîr,1/251; Kenzu’l-Ummal, 15/1186; Fevzu’l-kadir, 3/371)
Yani, samimi Hizmet gönüllüleri muhabbet ettiği insanların sinelerinde iman, mârifet ve muhabbet duygularını coşturmalı; semtine uğrayan herkese sevdiğini sevdirmeli ki Allah da o kullarını sevsin, onları tutup kaldırsın.
Allah’ın sevmesi bizimki gibi olmaz; her zorlukta bir başka güzellikle tecelli eder. Sadece bu kısacık dünya hayatıyla sınırlı da kalmaz. Berzah hayatında devam eder; mizanda herkesin korktuğu bir dönemde bu sevgi kantarda ağır basar. Sırattan geçerken herkesin korkuyla titrediği, çengellere takılıp kaldığı, aşağılara yuvarlandığı bir anda tutar elimizden geçirir bizi.
Peki bu sevgiyi yakalamanın kolay bir yolu var mı?
Allah (cc), Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselam) hitaben bize seslenir:
“De ki, ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız (ya da böyle olduğunu iddia ediyorsanız) gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” ( l-i İmran sûresi, 3/31)
‘Allah’a imanınız varsa Allah’ı seveceksiniz. Allah sevgisi ise, Resûl-u Ekrem’e (aleyhissalâtü vesselam) uymayı gerektirir’ buyuruyor Üstad Bediüzzaman. Çünkü Allah’ı sevmek, O’nun (cc) razı olduğu şeyleri yapmakla olur. Razı olduğu şeyler ise en mükemmel şekilde Resûl-u Ekrem’in (aleyhissalâtü vesselam) zâtında ortaya çıkmış. Buradan hareketle, Resûl-u Ekrem’e (aleyhissalâtü vesselam) uymanın insanın en büyük maksatlarından ve en mühim vazifelerinden olduğu açıkça görülür. Onun için Kur’an buna benzer açık ve kesin beyanlarıyla Allah’ın sevgisine yalnız Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) uymakla ulaşılacağını ifade eder.
Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) uymak ve O’nu sevmek ise O’nun sevdiğini sevmektir. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönlünde ise Allah’ı insanlara sevdirmek birer ızdıraba dönüşmüş ve ruhunda çıldırtan hafakanlar halinde kendini hissettirmişti.
Kur'ân-ı Kerim, O'nun bu konudaki ızdıraplarını:
"Neredeyse sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin" (Kehf, 18/6) diyerek dile getiriyordu. Bir başka ayet-i kerimede de Cenâb-ı Allah, Rasûl-ü Ekrem'ine:
"Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin." (Şuara, 26/3) şeklinde hitap ediyordu.
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tek derdi buydu: Allah’ı kullarına sevdirmek.
Ahirzamandaki kardeşlerine de bu konuda ümit bağlamış O (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Biz senin kardeşlerin değil miyiz, ya Resulullah?” diye soran ashabına:
“Siz benim arkadaşlarımsınız. Siz sadık yarim ve yaranımsınız. Benim kardeşlerim henüz gelmediler. Onlar sonra gelecekler… Şerefli bir cemaat, şerefli bir millet, şerefli bir ümmet…” (Müslim, Fedail, 26) diye buyuruyordu.
O'nun (aleyhissalâtü vesselam) "Kardeşlerim" dediği, günümüzde Allah’ı ve O’nun peygamberini (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlığa sevdirecek olanlardı. Çünkü sahabe O'nun arkadaşlarıydı. O'nunla beraber yaşamışlardı. Daha sonra gelip, O`nu görmeden O’nun davası uğruna gece gündüz demeden çalışıp her türlü çile ve ızdırabı göğüsleyen ve böylece dava-yı nübüvvete vâris olduğunu gösterenler de O'nun kardeşleriydi. Zira, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara selâm gönderirken "Kardeşlerim" demişti.
O Sultanü`l Enbiya bir gün mutlaka hakiki manasıyla kalplere girecek; herkesin mahbubu ve sevgilisi olacaktır. O yüzden Allah tarafından sevilmek isteyen herkes, Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) başkasına sevdirecek…O’nu sevdirmek ise bozguncuların, fesat şebekesinin, süfyan şebekesinin tahribatına karşı tamir yolunu tutup can siperane mücadele vererek insanlığa hizmet etmektir.
Ebu Süfyan, Mekke fethedildiğinde bir sahabenin o günkü hâline bakıyor, bir de işin başlangıcını düşünüyor; Peygamber davasının bir kadın, bir çocuk ve bir köleyle başladığını ve sonrasında o günkü ihtişamına ulaştığını söyleyerek hayretini ortaya koyuyordu.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve etrafındaki fakir ve zayıf durumdaki çok az sayıda sahabe çok kısa bir süre içerisinde büyük başarılar elde etmişlerdi. Hiç şüphesiz bu başarının arkasındaki en önemli güç yüreklerini kaplayan Allah ve peygamber sevgisiydi. Bu sevginin getirdiği iman, ümit, azim ve kararlılıktı. Onlar yürüdükleri yola çok sağlam inanmış, karşılaştıkları bir kısım bela ve musibetler karşısında ümitlerini hiç kaybetmemiş, hiç duraksamadan doğru yollarında yürümeye devam etmiş, inandıkları davayı başkalarına anlatabilme adına her fırsatı değerlendirmiş ve sürekli mefkûrelerine bağlı yaşamışlardı. Neticede Cenâb-ı Hak da kendisini bu kadar seven ve başkasına da sevdiren bu kullarını inkisara uğratmamıştı.
Hz. Ebu Bekir (ra) anlatıyor:
"Bir gün huzurunda oturuyorduk. Güneşin gurubu yaklaşmış, ikindi çoktan geçmiş, güneş dağın üzerine eğilmişti. Allah Resûlü dudaklarını açtı. Ağzından çıkan cevherlere, lâl-ü güherlere dikkat ettim. Duyduklarım, benim için dünyanın yıkılması manasına gelen şeylerdi. Buyurdular ki:
‘Allah kulunu burada kalma ile öteye gitme arasında muhayyer bıraktı. Kul ötesini seçti...’
Ben hıçkırıklarımı tutamadım, ağladım. Kul Resûlullah'tı. Kapalı konuşuyordu. Allah ‘İstersen artık ruhunu kabzedeyim.’ demişti. Ben:
‘Annemiz, babamız, evladımız, iyalimizle, her şeyimizle feda olalım, kurban olalım fakat sen dur burada. Hepimiz yok olalım, fakat sen kal burada dedim." (Buhari, Menakibul-Ensar 45; Muslim, Fedailus Sahabe; Müsned 3/18)
İbni Mes'ud anlatıyor:
"Resûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizi Hazret-i Aişe'nin evine çağırdı. Vefatına bir hafta vardı. Ortalıkta hastalık gibi bir şeyler yoktu. Başını kaldırdı. Yüzümüze baktı ve ağladı. Sadık arkadaşlarından, sadık dostlarından ayrılmak belki O'nu da müteessir ediyordu. Belki çoklarıyla Cennet'e gidecekleri zamana kadar görüşemeyeceklerdi. O havanın, o tehassürün ve o hasretin ifadesi olarak, kesik kesik cümlelerle bize şunları söyledi:
‘Merhaba size. Allah yardımcınız olsun. Allah'ın nusreti üzerinizden eksik olmasın. Allah'ın şehadeti içinde bulunun. Siz Allah'ın dinine sahip çıktınız. Allah da kıyamete kadar size sahip çıksın.’ şeklinde dualarda bulundu. Sonra da ağlayarak şunları ilave etti:
‘Şu ahiret yurdu, dünyada kibir ve gururdan çok uzak yaşayıp nazarı daima ahirete müteveccih olan kimseler içindir.’ dedi. Sonra:
‘İnnehu meyyitun ve innehum meyyitun’ (Sen de Öleceksin, onlar da ölecekler. Zümer, 39) âyetini okudu. Daha anlamayanlar varsa şu sözlerle onlara da anlattı:
‘Ecel yaklaştı. Allah'a dönüş zamanı geldi. Sidretü‘l-Münteha'ya teveccüh anı geldi.’ dedi ve ağladı.
İşte hepimiz o zaman anladık. Fakat kaç gün sonra olacak, onu bilmiyorduk. Ara sıra bir araya toplanıp Resûl-ü Ekrem'in gurubuna ağlaşıyorduk... Resûl-ü Ekrem de hastalığı hengamında başı sarılı çıkıyor, bize bir şeyler söylüyor, teselli ediyordu. Ama biz yalnız kaldığımız zaman hep ağlıyor, daima ağlıyorduk. Sonra dedik:
‘Ya Resûlallah, Seni kim yıkayacak. Bu hususta bir emrin, fermanın var mı?’ Allah Resûlü Fazl'ı söylüyor, Hazret-i Ali'yi söylüyor, Ehl-i Beyt'inden yakınlarını söylüyordu:
‘Seni kabrine kim koyacak?’
‘Beni ilk defa kabrimin başına koyun, siz dışarı çıkın. Çünkü ilk defa Cebrail, Mikail, İsrâfil ve Azrail namazımı kılacaklar. Sonra melekler, sonra da siz kılacaksınız’ diyordu.
Ashab Efendilerimiz ise kendilerinden geçiyor, gündüzleri gece oluyor, geceleri kabir karanlığına benziyordu. Allah Resûlü'nün gurubu onları dilgir ediyordu. Ama o anda dahi, Allah Resûlü'nün emirlerine hassasiyet gösteriyor, harfiyyen riayet ediyorlardı."(Mücmeu’z-Zevaid, 9/25)
Eğer bugün dünyanın her yanında özellikle de Müslümanların yaşadığı coğrafyada mazlumların feryâd ü figânı ciğerleri dağlıyor; yanaklardan domur domur gözyaşı boşanıyorsa bunun nedeni Hz. Muhammed`i (aleyhissalâtü vesselam) bu ölçüde…en azından buna yakın seviyede sevmemektir, bilmemektir, tanımamaktır.
Kur`ân-ı Kerim: “Halbuki sen onların aralarında bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz; eğer onlar istiğfar ederlerse Allah bu takdirde de onlara azab etmez.” (Enfal, 33) buyurur.
Evet, bugün dökülen gözyaşlarının haddi hesabı yoksa, göklere yükselen ah u efganı tartacak bir kantar mevcut değilse yeryüzünde, O (aleyhissalâtü vesselam) kalplerde, gözlerde, hülyalarda, hayallerde olması gerektiği gibi değil demektir… O’nun sevdası tam oturmamış yüreklere… O’nun getirdiği mesajı inananlar imajına, yaşayışına kurban etti demektir.
Peygamber Efendimiz’e karşı kalbi ölmemiş, hissiyatı sönmemiş ve bundan dolayı da Allah’la münasebetlerini şekle emanet etmemiş insanlar ancak bugün insanlık için bir şeyler yapabilir.
Hz. Muhammed`in (sallallahu aleyhi ve sellem) yüce şahsiyetinin anlaşılması insanlığın onulmaz dertleri için bir iksirdir. Bugün beşerin düştüğü bataklıktan kurtulması için çaredir. Bugün O’nu keşfetmeye, O’nu yaşamaya ve O’nu adım adım izlemeye her zamankinden daha çok muhtacız…
Bu gaye ile, Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlama adına bu ayı çok iyi değerlendirebiliriz. 08 Kasım Cuma günü, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kainatı şereflendirdiği Mevlid Kandili. Önümüzde tam bir ay var ve o güne kadar, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) yeniden anlama adına gayretler ortaya koyabilir, kendimize bir hedef biçebiliriz. Mevlid Kandili’nde de ‘Hoş geldin gönüllerimizin Sultanı!’ diyeceğimiz manevi bir hoşamedi ile O’nu yeniden doğuyormuş gibi karşılayabiliriz.
Bugün dünyanın dört bir tarafına dağılmış Hizmet erlerinin, mağdur kardeşlerine yapacakları en büyük iyiliklerden birisi Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlamak, sevmek ve O’nu vesile kılarak Yüce Allah’tan yardım dilemektir. Sürekli Hak ile irtibat içinde olarak, Allah’ı ve Rasûlü’nü sevip başkalarına da sevdirme cehdiyle yaşamak kendilerini hizmete adamış insanların en önemli hususiyetidir.
O (sallallâhu aleyhi ve sellem) varlığın özü, yaratılış gayesidir. Varlık şiir gibi O'nun adına nazmedilmiştir. O'nun dünyayı şereflendirmesi, insanlığın yeniden doğuşu; peygamberliği, eşya ve hâdiselerin gerçek değerleriyle ortaya çıkmasının vesilesi; hicreti, insanlığın kurtuluş yolu; mesajı da dünya ve âhiret saadetinin köprüsüdür. Mü'min gönüller O'nun sayesinde varlığı bir meşher gibi temâşâ edip değerlendirebilir, bir kitap gibi okuyup yorumlayabilir ve O'nun aydınlık ikliminde ancak yollar bulup Hakk'a yürüyebilir.
“Allahım, hep zikrinle yaşayıp gafletten uzak kalarak Seni sürekli yâd etme, nimetlerin karşısında Sana karşı şükür hisleriyle dopdolu olma ve hakkıyla kullukta bulunup ibadetleri en güzel şekilde yerine getirme hususlarında bize yardım et. Allahım, Sen’den hidayet, takva, iffet ve (gönül) zenginliği dileriz. Allahım, her amelimizde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla dolu bulunmayı diliyoruz; bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz; lütfet! Efendimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun güzîde ailesine ve Ashâb-ı Kirâmına salat ü selam edip bunu vesile kılarak Seni ve Efendimizi sevmeyi ve başkasına da sevdirmeyi talep ediyoruz Rabbimiz!..”