Bir Ramazan günü Fransa'nın kuzeyinde bulunan tarihi Amiens şehrine bağlı bir köyde bir dostumla birlikte eskiden ikamet ettiği ve artık satışa koyduğu eski evine gittik. Arkadaşım altı yıl önce bu evi aldığında ilk bir yıl buraya yerleşmiyor. Bu süre içerisinde tamamını Fransızların oluşturduğu köydeki bahçeli iki katlı evini eğitim gönüllülerine kitap okuma programları yapmaları için sunuyor. Ama ev sahibimiz evvela Madame Yvonne ismindeki yaşlı bir komşuya, yöneticisi olduğu derneğin evinde çeşitli faaliyetleri olacağını bildirir ve ücret mukabilinde evin temizliğini yapıp yapamayacağını sorar. Kadın bu teklifi kabul eder. Ve akabinde de misafirler gelmeye başlar.
Tabi sakin ve sessiz bir hayata aşina köylüler belli aralıklarla yirmi kadar çocuğun, gencin ve hatta yetişkinin köylerinde bulunmalarından ilk anda rahatsız olurlar. Bir de gelenlerin Müslüman olduklarını öğrendiklerinde fena korkuya kapılırlar. Bu durum Avrupa'da yaşayanların şaşırmayacağı bir durum. Geçenlerde rastladığım bir Türk pastanesinin sahibi genç çift, bana cennet misali bir köyde yaşadıklarını ama Fransa'da olan son zamanlardaki İslamcı görünümlü terör olayları nedeniyle, "köyde teröristler istemiyoruz" baskısıyla şehre taşınmak zorunda kaldıklarını anlatmışlardı. Anlayacağınız acı olaylar sonrası toptancı yaklaşım ve suçlamalar her yerde geniş yelpazedeki zulümlerin ortak sebebi.
Biz hikayemize dönelim.
Dostumuzun yeni köyünde hızlı bir şekilde dilden dile,
-'Köyümüzü teröristler üs olarak kullanmaya başladılar' sözleri yayılır. Devlet kurumlarına ihbarlar gönderirler. Tabi adeta sivil toplum dernekleri cenneti olan ve bu kurumların sayısız eğitim kamplarına aşina olan Fransa'nın devlet yetkilileri, köylülere ilgili derneğin bu faaliyetler için kendilerinden izin belgesi aldığını bildirirler.
Ama gelenlerin Müslüman olmalarından dolayı köylülerin endişeleri ziyadesiyle devam eder. O eve girip çıkan yaşlı Madame Yvonne'ye, yanlarına gidip geldiği insanların teröristler olduklarını kendisine her an kötü bir şey yapacacakları konusunda endişelerini iletirler. Bizim madame ise komşularının ön yargılı bu sözlerine sert tepki verir. Müslümanları hiç tanımadıklarını, ne kadar iyi insanlar olduklarını anlatır. Komşularının "ama"lı uyarıları ısrarla devam edince yaşlı kadın, 'onlar teröristler ise ben de onlardanım yani teröristim!' diyerek restini çeker. Akabinde dostumu arayarak durumu bildirir. O da bunun üzerine tüm komşuları ile tek tek iletişim kurmaya çalışır. Bir yıl sonra da bu eve ailecek yerleştikten sonra her birini evlerine davet ederler. Özellikle Ramazanlar'da Fransızlar kendilerine çok gizemli olan bu evi iftarlarda doldurup taşırırlar. Ev sahibimiz de Magripli eşi ile birlikte İslamiyetten bol bol bahsetme imkanı bulurlar.
Dostum anlatıyor;
- Bizleri o kadar sevdiler ki, bana ısrarla köyün idari temsilcisi olmamı yani sizlerin anlayacağı muhtarlığı teklif ettiler. Bu mümkün olmasa da köyün bir çok atkivitesinde en önde bulunuyorduk. Mesela bir defasında köyümüze anaokulu istiyoruz etkinliğinde eşim en önde bulunuyordu. Yerel gazetede eşimin görüntüsü eşliğinde sözleri yer almıştı.
Bir zaman gelip bu köyden ayrılmak zorunda kaldığımızda ise insanların üzüntülerini görseydiniz.
Bu etkileyici hikaye üzerine dostuma komşularını iftara davet etmesi teklifinde bulundum. Yemeği benim yapacağımı söyledim. Arkadaşın eşi yanımızda bulunmadığı için başka da seçeneğimiz yoktu zaten. O da bunu kabul etti ve eski komşularını aradı. Tabi son anda ve de hafta sonu olduğundan birçoğunun başka programları vardı. Ama yine de üç kişi iftara gelebileceğini söylediler. Biri bizim terörist Madame Yvonne idi.
Ev sahibimiz bahçeyi kaplayan yaban otlarının biçerken ben de hızlı bir şekilde epey uzaktaki bir markete gidip alışveriş yaptım. Döner dönmez de bahçede mangalı yakmaya çalışırken kapı çalmaz mı? İftar vaktinden 3-4 saat öncesi böyle bir ani daveti kabul etmeleri bir yana henüz elimiz bulaşıkta, tozda-kömürde iken komşular birden çıkıp geldiler. Tabi günün aşçısı olarak ortada folda da yumurta da olmadığından ilk anda panikledim. Yumurtası yoksa da anası var dolayısıyla paniğe de gerek yok düşüncesinin hasıl ettiği sakinlikle tavukları, iman ateşinin harlamasıyla çabucak köz haline getirebildiğim mangal kömüründe pişirmeye koyuldum.
Tabi mutfağı ile meşhur bir milletin karşısına buzul çağdan beri var olan ateşte et pişirmekten öte bir şeyler de sunabilmeyi milletimizin terakkisini göstermesi adına ulvi bir telakki saydım. Gerçi sonraki hamlem ancak yine iptidai şartlarda olabilecek pişirilecek ne varsa haşla zorunluluğu üzere, ev sahibimizin de vesile-i gelişi olan -bakımsızlıktan bahçesini kaplamış olan- ısırgan otlarından biçtiklerinden sıkı bir demet alarak yaptığım çorba oldu. Buna mecburdum çünkü çorba malzemesi olarak sadece bir avuçluk mercimek vardı.Çorba pişmeyedursun, diğer taraftan bu Fransız milletinin en yoğun hayat tabakasını temsil eden yaşlıların, daha çok tercihi olan vejeteryan bir yemek adına fırına atmış olduğum mantar, biber, sarmısak, domatesten ve sonunda üstüne kaşar talaşı serpiştirdiğim bir mamül ortaya çıkarmaya çalıştım.
My Chance!, öyle bir lezzetli oldu ki bu mantar sote ve ısırgan otlu yemyeşil çorbam her bir misafirimiz aslında elime ne geçtiyse atmış olduğum bu yemeklerin peşi sıra tariflerini sordular. Ben de Oktay Ustavari kompleksel bir detayla uzun uzadıya çok da anlıyormuşum gibi püf noktalarıyla tarif ediverdim. Tabi ihlası anlatmak biraz zordu.
Hazırlık sırasında kendini bizlerden biri sayan Madame Yvonne, salata yapımında tüm mütevaziliğini göstererek yardımcı oldu.
Kısa sürede mükellef sayılabilecek bir sofra akşam ezanına hazırdı artık. Ezan derken youtube'den İsmail Coşar'ın insan ruhunun derinliklerine işleyen sesiyle saba makamıyla okuduğu ezandı. Gerçi seçtiğim Sabah ezanıymış. Hani "Namaz uykudan hayırlıdır" kısımlı ama neyse ki misafirlerimiz uyanmadı.
Ezanı vecd İçinde dinlediler. Duamızı yapıp yemeğe geçtiğimiz de ise buralara gelmeden önce Boğaziçi ramazan programlarımızın bir geleneği olan Enes Hocamızın duygusal bir yoğunlukla okuduğu Cevşen'ül Kebir'i dinliyorduk. Güzelliği tarifsiz o eski anları böylesi de olsa bir nebze tekrar yaşamış oldum.
Oldukça keyifli geçen iftar sofrasında orucun ve Ramazan ayının konu olmasıyla inancımıza ait bir çok hususu dillendirme fırsatı oldu. Çorbanın hafifçe tuzunun fazla olmasının nedenini, oruçtan dolayı test etme imkanı olamadığından dem vurup 18 saat kadar ilahi emir gereği nasıl aç kalındığına ve hikmetlerine kadar uzanan konular konuştuk. Ney taksimi dinledik Mevlana'dan bahsettik.
Ramazanın sayısız bereket yönlerinden yeni birisi de benim için bu deneyimim oldu.
Geçen günlerde Paris'te katıldığım bir derneğin İftar programına davetli olan katolik bir dini temsilci, kutsal ayın anlatımını ve orucun hikmetlerini anlatan bir slayttan sonra kendisine mikrofon tutulduğunda, biz Müslümanların bu yönümüze çok gıpta ettiğini, bir zaman Hristiyanlıkta yaygın uygulanan büyük perhiz denen oruçlarının tekrar ikame edilmesine dair kendisinde derin düşünceler uyandırdığını ifade etmişti.
Evet biz yine son soframıza dönelim.
Davetlilerimizin bu arada ikisi hanım biri erkekti. Madame Yvonne ile birlikte ondan da yaşlı duranın adı Lucette olup 86 yaşında idi. Bu madam yetim çocuklarıyla ilgilenen bir kurumdan emekli olmuş. Dostuma, onu gördüğüm andan itibaren kalbimde karşılık bulan aurasının demek ki nedeninin bu kutsal uğraş olduğunu sessizce mırıldandım. Kendisine de simasında adeta ışıklar(nurlar) görmemin nedenini şimdi anladım olarak ifade ettim. İnanın genç bir kız gibi bir mahcubiyete büründü belki de ömrünün son demlerini yaşayan bu insan. Eğer misafirlerden biri farklı bir konuyu açmasaydı, Peygamber Efendimizin (asm) de bir yetim olduğunu söyleyecektim. Ve Vedduha Suresinde geçen:
"Rabbin seni bir yetim olarak bulup barındırmadı mı?.....
Öyle ise, sakın yetimi horlama!
Ve sakın bir şey isteyeni azarlama...." "
Ayetlerinden bahsetmeyi arzulamıştım ama Batılıların hiç sevmedikleri ısrarcı çok didaktik bir pozisyona düşmemek için konuyu tekrar din üzerinden açamadım.Ama siz okucularıma içimde kalanı böylece dökmüş oldum.
Meşhur güçlü Galyalı figür Oburikse benzettiğim Mösyö Bernand ise, meşhur Fransız şarkıcı Johnny Hallyday'ın koruması olarak yıllarca pek çok turne vesilesiyle Avrupa'nın birçok ülkesine seyahat etmiş. İlginç koleksiyonları olan bu çok sempatik zat, demez mi Kızılderili inancına sahip olduğunu. Boynunda kurt dişi ve kurt başı kabartması iki kolye vardı. Ve daha nice Kızılderili sembolü takılar taşıyordu. Anlayacağınız tam bir kurtçuydu. Bu ilginç ve hep neşeli olan amcamız diğer eski eşi iki yıl önce vefat etmiş olan Madame Yvonne ile yeni evlenmişler. Damadımız 68 gelinimiz ise 80 yaşında. Madam Ivone, "Ben yalnız yaşayamam" diyor. Belki hayret edeceksiniz 7 çocuğu var. Ömrü hep kalabalık bir ortamda geçmiş. Kendisine şeddeli bir maşallah çektim. Fransızlar adına oldukça sıra dışı bir örnek olduğunu, çocuk ortalaması bir-iki olan bir milletin çıtasını yükselttiğini söyledim. Bu esprime özellikle yeni eşi Bernand çok güldü.
Benim rahmetli annem de 6'sı yaşayan 10 çocuk doğurdu. Birgün en yakın arkadaşı olan 12 doğumlu komşu teyzeyle konuşmasına şahit olmuştum.
Annem yeni evlenenlerin artık 1-2 çocuk yaptığını söyleyince bu teyze anneme, "Bir-iki çocuk hiç olur mu ya!, kedi köpek kaparsa ne yapacaklar!?" demişti.
Neyse genç okuyucuların algılama kapasitelerini daha fazla zorlamayayım. Zira zamane insanları için olağanüstü teknolojik ürünler değil de bu sekiz, on, oniki çocuğun annesi-babası olmak daha havsalaya girmeyecek bir konu.
'Çocukların ile görüşüyor musun?' sorusu karşısında Madame Yvonne kaşlarını çattı. Meğerse dört çocuğu ile küserek tamamen kopmuş. Soramadım ama yüksek ihtimal bu çocuklar babalarının hastalığında ve cenazesinde dahi bulunmamışlardır. Zira bu hal burada alelade bir olay. Bu kalbi kırık yaşlı annenin çocuklarımın diğer üçü ile görüşüyorum demesi de telefon görüşmeleri dışında yılın çok az bir zamanında bir araya gelmek demek.
Batılıların biz Doğululara en gıpta ettikleri özelliğimiz, gittikçe kaybediyor olsak da anne babanın ömrü ahirlerinde çocukları ve torunları tarafından yalnız bırakılmamasıdır.
Altı kardeşin tümü kendi ailelerimizi kurmuş olsak da, birçok insanımız gibi rahmetli annemizin yaşlılığında vefamızı hiç kendisinden esirgemedik, etrafında birer pervane, cenazesinde ise gözyaşları tufanına tutulmuş idik.
Ama işte maalesef bu Avrupa coğrafyasının anne babalarının alın yazıları ömrü ahirlerinde hep aynı. Çocuklarından hele torunlarından mahrum bir yalnızlık.
Örneğin dün ömrünün önemli bir kısmını yetim çocuklara harcayan yaşlı madame Lucette'nin, ev sahibimizin iki küçük kızıyla bir çocuk gibi eğlenmesini izlerken çocukları tarafından terk edilmişliğini yüreğimde derinden hissettim.
Bir nevi onlar da öksüzler. Ölen anne-babaları tarafından değil, yaşadıkları halde artık kendileri için bir ölüden farkı kalmayan çocukları ve torunlarının ihtiyar yetimleri. Bu nevi yetimlik diğer çocuk yetimliğinden daha acınası belki. Hele hayatını yetimlere harcayan yaşlı Lucette'de bu öksüzlük daha bir hüzünlü duruyor.
Konu böylesi hüzünlü bir noktaya evrilince aklımda olan diğer mevzulara giremedim. Ama -dünyanın araçsal herşeyine sahip- bu gelişmiş dünyanın insanlarının siz vefalı dostlara ne kadar da ihtiyacı olduğuna küçük bir örnek sunmaktan mutlu olarak yazımı tamamlıyorum.
Velhasıl güzel bir Ramazan akşamıydı.