Bayram ziyaretinden geriye kalanlar

Erkan Çıplak

Erkan Çıplak

08 Haz 2019 15:35
  • Gurbet ağır, bayramda daha da ağırlaşan bir yük! Çünkü bayram, asırlardır birbirini sevenlerle, kardeşlerle bir arada, anne-babaların eli öpülerek geçirilen bir ritüel. Gurbette olanların ise bu ritüeli ancak telefonla yapma imkanı var. Fakat onun da yarısı ağladığını belli etmemekle geçer. Görüntülü konuşmak ise ayrı imtihan! Hasretinle yanıp tutuştuğun insanı karşında görüp de sarılamamak, kokusunu alamamak daha da mahveder insanı... Onun da bir süresi bakışarak geçer…

    Sıladakilerin durumu da bizden farklı değil! Komşularının evleri dolup dolup taşarken, pencerede ardında evlat yolu bekleyen, torunlarının büyüdüğünü göremeyen anne-babaların halini düşündükçe kahrolur insan…
     
    Bu duyguları daha ağır yaşayan insanlarla bayramlaşmak, sarılmak, yanlarında olduğumuzu göstermek, yalnız olmadıklarını hissettirmek için bayramın birinci günü yollara düştük. Hiç tanımadığımız, daha önce hiç görmediğimiz ama hikayelerini bildiğimiz, masumiyetlerinden şüphe duymadığımız ve 'kardeşlerim' dediğimiz insanları ziyaret edecektik. Yanımıza, ziyaret edeceğimiz ailelerin ihtiyacı için hayırseverler tarafından verilen bir miktar para ve çocuklar için de şekerlemeler aldık. 
     
    Yunanistan sınırına geldiğimizde ise hiç hesapta olmayan farklı bir heyecan kapladı içimizi. Çünkü, lokasyon olarak vatana doğru gidiyordu arabamız. Her kilometre de toprağını, suyunu, bayrağını ve ezan sesini özlediğimiz yurdumuza yaklaşıyorduk. Sanki sevdiklerimizle bulaşacağımız bir bayram yerine gidiyorduk. Selanik limanına vardığımızda ise İzmir’e gelmiş gibi hissettik kendimizi. Ne kadar da benziyordu, sahil şeridi tıpatıp kordonu andırıyordu. Kısa bir süre de olsa memlekete gelmişliği yaşadık... Ama hepsi o kadardı işte! başka bir diyarda olduğumuzu…

    Bir süre Çanakkale’nin, İzmir’in ne tarafa düştüdüğünü konuştuk aramızda. Sonra, hüzünlü gözlerle uzun uzun denizi seyrettik, sanki her dalga bize ait bir şeyler taşıyordu kıyıya… bir tarafı vatan toprağına değdiği için öyle hissetmiştik belki de…. Rahmetli Cem Karaca’nın vatan özlemini dindirmesi için Kos adasına gelip uzun uzun Bodrum’un ışıklarını izlemesi gibi izledik denizi ve Ege’nin yosun kokusunu içimize çektik. Sonra, tıpkı kordonda yürüyor gibi kısa bir yürüyüş yapıp kardeşlerimizle buluşacağımız programa gitmek için yola çıktık. 

    Bayram programının olacağı yerde, aracımızı park ederken gördüğüm Yunanlı yaşlı amcanın aslında bir kahraman olduğunu henüz bilmiyordum. Programın olduğu salona girdiğimde ortamdaki samimiyeti, yüzlerdeki masumiyeti ve yaşaran gözlerdeki gurbeti görmek çok zaman almadı. Türkçe ve Yunanca şarkılar söyleyen çocukları izlerken uzaklara dalıp gidenler, gözyaşını saklamaya çalışanlar dikkatimizden kaçmadı..Bu arada otoparkta gördüğüm yaşlı amcanın yanı başımda olduğunu çok sonra fark ettim. Çünkü ben bir yandan sahneyi izlerken, bir yandan da önümüze gelip yüzlerimize bakan küçük çocukları merak ediyordum. Çocukların o derin bakışları, yüzlerimizde sanki bir şey arıyorlardı. Ama bunun sebebini soramadan adımın anons edildiğini duydum ve sahneye çağrıldım. Genelde bu tür ortamlarda rahatımdır, canlı yayınlarda bile heyecanlanmadan dakikalarca konuşurum. Fakat o insanların yüzüne baktığımda cümleler boğazıma düğümlendi ve kelimeler gözlerimden damla damla dökülmeye başladı. Buna mani olmak imkansızdı. Sahne üstü eğitimlerin hiçbiri işe yaramıyordu o an. Çünkü, okuduğumda günlerce kendime gelemediğim hikayelerin kahramanları ile göz gözeydim ve o anda yüzler birden flulaştı. Meriç nehrindeki can pazarını görmeye, anne-babaların feryatlarına karışan soğuk sularda kesilen çocuk seslerini ve asker sirenlerini duymaya başlamıştım. Bir yandan da konuşmaya çalışıyordum ama ne dediğimi hala hatırlamıyorum.

    Kendime geldiğimde karşımdaki kalabalığın onca çileye, vatansızlığa, kimsesizliğe, çaresizliğe ve uzun bekleyişlere rağmen kaderdaşları ile bir araya gelip birbirlerine destek olmaları; yolun kaderine sabredip, geleceğe umutla bakmalarına şahit oldum. Bu duruş, alkıştan öte takdiri hak ediyordu. Ben pek konuşamayınca mecburen çocuklarla bayramlaşmaya başlandı. Beraber gittiğimiz arkadaşlar, Almanya ve Bulgaristan’dan gelen hayırseverler ile birlikte tıpkı Anadolu’nun bir köyünde bayram sabahı seramonisi gibi dizildik. Çocuklar da annelerinin yönlendirmesiyle sıraya geçti ve hepsiyle teker teker bayramlaşmaya başladık. Çocuklar sanki kendilerini sevdirmek icin gelip duruyordu önümüzde, başlarını okşayıp seviyorduk. ‘Kimse Yok mu’nun Afrikadaki yardım faaliyetlerinin anlatıldığı bir belgeseldeki gibi bir yetimhanede çoçukların sevilmek için sıraya geçmeleri geldi aklıma.
    Ağır ilerleyen sırada beklerken, yanıma gelen küçük kızlardan biriyle göz göze geldik. Bir yandan ablasının eline tutuyor bir yandan da yüzüme bakıp duruyordu. Başını okşadım, yanağından makas aldım ki ablasının elini bırakmış öylece duruyordu. Sonra kucağıma aldım ve diğerleri ile bir süre de öyle bayramlaşmaya devam ettim. Bir iki deneme yapmama rağmen ısrarla kucağımdan inmiyor daha sıkı sarılıyordu boynuma. Mesleki duygularla bir şeyler geldi aklıma ama sonrasında gerçeğin daha sarsıcı olduğunu öğrendim. Meğer kucağımdan inmeyen küçük kızın öğretmen babası Türkiye’de hapisteymiş ve yavrucak benim kucağımda baba hasreti gidermiş… Yanımıza gelip yüzümüze bakan diğer onlarca çocukların kaderi de onunla aynı maalesef…Onlar da hapisteki ya da Avrupa’ya iltica etmiş babalarının şefkatli yüzünü arıyorlardı başka yüzlerde…
    Çok ağır duygular yaşıyordum. Hayatım, sorumluluklarım, vefam, şükür duygum, seyahate gelirken aqua park  sözü verdiğim çocuklarım, yeni gezi planı yaptığım eşim geliyordu gözümün önüne. Bu yüzden eşleri yanında olmayan hanımlara ve babasız çocuklara bakamadım bir süre… Sonra gözlerine bakamadığım çocukların üstüne başına odaklandım. Eldeki sınırlı imkanlarla giydirilmiş bayramlıklarına gözüm ilişti ve kalbim yerinden çıkacak gibi oldu…Birçok anne-babanın kumda oynarken bile giydirmeyeceği kıyafetleri, bayramlık diye giydirmiş anneler. Ama kombinlemeyi de unutmamışlardı! Kıyafetler belki eskiydi ama renkler genelde uyumluydu. Yeni veya çeşitli kıyafetlerinin olmaması normaldi. Çünkü, onlar sadece sırt çantalarını yanlarına alabilmiş ve ucu ya ölüm ya da özgürlük olan bir yolculuğa çıkmış, bir nevi soykırıma uğramış insanlardı.

    Ve çocukların kıyafetlerine üzülmek bizim derdimizdi ancak onların çok daha önemli dertleri vardı… Ne zamana kadar bu hayatı yaşayacaklardı bu anneler ve çocuklar kaç ay daha başka yüzlerde babalarını arayacak, uykularında ağlayacak, arkadaşlarının babalarının peşinden koşacaktı? 

    Sadece iki saat katıldığımız bu programda yoğun duygular yaşadık. Onlar, bu çileli hayata devam etmek zorundalardı… Peki, bunca acıyı, ayrılığı, vatansızlığı yaşayacak kadar ne yapmıştı bu insanlar? Daha düne kadar, ‘çok iyi ilgileniyor’ diye koridorunda sıraya girdiğimiz hatta bazen para ödemediğimiz doktor, en kıymetli varlıklarınızı emanet ettiğiniz öğretmen, kızına kalacak yer bulsun diye kapısını aşındırdığınız akraba, oğluna burs veren hayırsever iş adamı değil miydi onlar?
    Hiç vicdan kırıntısı, vefa duygusu yok mu sizde?
    Kimden korkuyorsunuz, neden endişe ediyorsunuz?
    Zalime karşı gelmekle ecelin değişmeyeceğini, biat etmekle rızkınızın artmayacağını bilmiyor musunuz?
    Bunu anladığınızda çok geç kalmayacak mısınız?
    O çocukların babasız geçen günlerini geri getirebilecek misiniz?
    Ömrü, evlat yolu bekleyerek geçen yaşlı anne-babaların gözlerine bakabilecek misiniz? 
    Tabi ki hayır… Yıllar sonar, siz vicdan azabından kahrolurken, onlara annelik babalık ve komşuluk eden Yunanlıların hikayelerini yazacağım..

    08 Haz 2019 15:35
    YAZARIN SON YAZILARI