Mevsim güze dönerken, havaların ani değişiklik göstermesi, gerek insanlarda gerek diğer mahlukatta, bazı olumsuzluklara sebep olmaktadır. Mesela hepimizin duyduğu “Bahar yorgunluğu” diye bir tabir vardır. Genellikle güz geldiğinde insan vücudunda bir kırgınlık hasıl olabilir. Sizin de başınıza gelmiştir. Hatta Anadolu'nun bazı yörelerinde tembel insanlar için “Güz sineği” tabiri kullanılır. Özellikle uçan böceklerin dengesinin bozulduğu bu günlerde, sineğin, arının, daha doğrusu uçan tüm böceklerin, havaların ani soğumasından dolayı özellikle sabah ve akşam vakitlerinde uçamadığını görürsünüz.
Mevzuya konu bir kızıl arısı. KHK ile mesleğinden ihraç edilen Kerem; yaşadığı şehri, herhangi bir suçu olduğundan değil de işgüzar yakınlarının ve mesai arkadaşlarının ihbar etmesinden çekinip, kendisini hiç kimsenin tanımadığı, İstanbul’a taşınmıştı.
AKP hükümetinin “İhbar edilen kişi başına verdiği” hatırı sayılır meblağ malumunuz. Kafası bozulanın, birbirini F… (Allah bu kelimeyi bu masum insanlar için kullananların bin türlü belasını versin) diye ihbar etmesi, artık sıradan bir hadise oldu. İnsanların kendilerini bu yaftadan korumak için, sürekli olarak Hizmet Hareketine mensup insanları kast ederek, bol miktarda hakaret etme gereği duyduğu da hepimizin malumu.
Kerem, ailesinin rızkını temin etmek için geldiği İstanbul’da iş arar. Günlerce avare dolaşır sokaklarda. Gerek ekonomik sebeplerden gerek Kerem’in daha önce ne iş yaptığı sorulduğunda verdiği cevaptan dolayı, kimsenin iş verme niyeti yoktur. Kerem’e herkes cüzzamlı muamelesi yapmaktadır. Neticede, bir fabrikanın açık alanda yığılmış malzemelerini beklemesi için gece bekçiliği işini bulur.
Daha önce hayatında hiç gece mesaisi yapmamış Kerem, işe başlayalı bir hafta olmuştu. Haftalık izni dahi olmayan bu iş, Kerem’i o kadar yoruyordu ki dayanılır gibi değildi. Günlük 12 saat çalışıyor, eve gelip yatıyor, arada namaz vakitlerine kalkınca beş yaşındaki oğlu Oğuz ve iki yaşındaki kızı Özlem babalarıyla oynamak istiyorlar ve bu sebebten ister istemez uykusuz kalıyor.
Son akşam işe gitmek için, oğlu Oğuz ve kızı Özlem’den baba öpücüklerini alıp, sabaha görüşmek üzere sözleşip evden çıkmıştı. İşe gitmek için, evi ve otobüs durağı arasındaki üçyüz metrelik mesafeyi yürürken, kaldırımda yürüyen bir kızıl arısı gördü. Kerem’in arı zehrine karşı alerjisi vardı. İşte bu yüzden arkadaşlarının bahar aylarındaki piknik davetlerini hep reddederdi. Bir iki adım attı, bir anda durdu. “Neden uçmuyor acaba” diye geçirdi içinden. Sonra havanın soğumasından kaynaklanan geçici bir uyuşukluk hali olduğunu düşünüp bir adım daha attı ve durdu. Bu arı kaldırımda yürüyor “Biri fark etmeden bu arıya basar ve öldürebilir” diye geçirdi içinden. Arı sokmasına karşı alerjisi vardı ama “Bu arının uçacak mecali yoktu ki beni soksun. Şunu alayım da yolun kenarındaki yeşil alana bırakayım” dedi içinden.
Eline aldığı bir yaprağı arının önüne koydu ki arı üzerine çıksın da onunla arıyı yeşil alana taşısın. Arı yaprağa gelmemekte ısrar ediyor, Kerem de onu kaldırımdan uzaklaştırmaya çalışıyordu ki birileri basıp ezmesin. Olacağa çare yoktur derler ya, Kerem arıyı kurtarmak için uğraşırken, kurtarmak istediği arı Kerem’in elini bir anda sokuverdi.
“Hasbunallah” çekip arıyı yeşil alana bıraktı ama, içinde bir korku hasıl oldu. Ne yapacaktı? Daha önce doktorların kendisine bu konuda uyarısı vardı. Arılardan uzak durması gerekiyordu. Ama olan olmuştu. “Belki bu sefer bir şey olmaz deyip” işe gitmek işin yoluna devam etmek istedi. Ama beş on adım atmıştı ki kaldırıma yığılıverdi.
Kerem’i, bir tarafta fabrikada vardiya çavuşu bekliyor, diğer tarafta da sabah geldiğinde beraber kahvaltı yapmak isteyen oğlu Oğuz ve kızı Özlem bekliyor, hastanede gözlerini açtığında ise, Kerem’i gözaltına almak için başında iki tane polis bekliyordu.
Evet tanıdıklarının gözünden uzak durarak, onların ihbar etmesinden çekindiği için, yaşadığı şehri terk etmişti ama mukadder son onu burada da bulmuştu. Kerem tedbir için mümkün olduğunca resmi kurumlara yaklaşmıyordu ama bir kızıl arısının canını kurtarayım derken başına neler gelmişti. Kerem’in Hizmet Hareketiyle irtibatı haftada bir katıldığı Risale-i nur sohbetlerinden ibaretti ama kime neyi nasıl anlatacaksın ki. Halk dediğimiz yığınların gözünde, eğer bir insan görevinden ihraç edilmişse, azılı bir terörist muamelesi görüyordu. Yine bu muhakemesiz yığınların gözünde, devletin bir bildiği vardı ve bunlar boşu boşuna ihraç edilmemişti. Onun için devletin başındaki; hırsına ve hasedine mağlup olmuş acınası zavallının “Bunları tanıyanlar, yakın akrabaları da olsa ihbar etmeli. Çünkü bunlar toplumu felç eden virüslerdir. Bunları temizlememiz lazım” diye her gün ekranlardan ayrı bir herzesini duyan halk; hele bir de ihbar edene verilecek meblağı duyunca, maalesef, öz kardeşini bile ihbar eder hale gelmişti.
Evet, Kerem’in başında bekleyen polisler, Kerem’i hastaneden alıp emniyete götürmüşlerdi. Kerem işe gitmeyince vardiya çavuşu Kerim’in eşi Funda hanımı aramış, Kerem’in niçin gelmediğini sormuştu. Kerem’in işe gitmediğini öğrenen Funda hanımın başından kaynar sular dökülmüştü. Çaresiz ne yapacağını şaşırmış yeni uyutmaya çalıştığı çocuklarına bir şey belli etmemek istemese de başaramıştı. Oğlu Oğuz’un, “Anne, babama ne olmuş” demesiyle birlikte hıçkırıklara boğuldu. Funda hanım eşinin başına nelerin gelebileceğini az çok tahmin ediyordu. “Tutuklanmıştır” diye geçirdi içinden ama nasıl ve şimdi neredeydi?
Öyle çaresizdi ki; evde iki tane yavrucak vardı ve yeni taşındığı bu şehirde tanıdığı, daha doğrusu yavrularını bırakıp eşinin akıbeti hakkında en azından emniyet müdürlüğüne kadar gittiğinde onları bırakacağı, itimat edeceği kimsesi yoktu. O gece gözüne hiç uyku girmedi. Sabah hem uykusuzluktan hem ağlamaktan kızaran gözlerle, Oğuz’un elinden tutup Özlem’i de çocuk arabasına koyarak emniyet müdürlüğüne gittiler.
Kapıdaki görevliye niçin geldiğini söyleyip bilgi almak istediler. Görevli eşinin orada olmadığını söyledi. Düşünebiliyor musunuz siz bu azabı? Hani Anadolu'da bir söz vardır. “Ölüsü olan bir gün ağlar, kayıbı (veya delisi) olan her gün ağlar” derler ya, eşi orada olmasına rağmen orada olmadığını söyleyerek, bu insanların acısını katlayanlar, bir gün mahkeme-i kübrada bunun hesabını nasıl ödeyecekler bilemiyoruz.
Funda hanımın acısı katlanmıştı. Ne yapacağını şaşırdı. O anda aklına, daha önce duyduğu kaçırılma hadiseleri geldi. Hadi gözaltı neyse, nerede olduğunu bilir, bir umutla çıkacağı günü beklersiniz de; kaçırıldığında ne yapacaktınız? Nerede? Nasıldır? Kim kaçırdı? Ölü müdür? Sağ mıdır? Bütün bu sorular bir anda aklını istila edip başını döndürdü.
Beyninden vurulmuşa dönen Funda hanımın dizlerinin bağı çözüldü, zavallı olduğu yere yığıldı. Hemen orada bulunan, Funda hanım gibi diğer mağdur yakınları onu kaldırıma oturtup teselli vermeye çalıştılar. Ama Funda hanım kimseyi duymuyordu. Annelerini o halde gören oğlu Oğuz ve kızı Özlem korkmuş ağlamaya başlamışlardı. Bir taraftan yavrularını susturmaya çalışırken bir taraftan ne yapacağını düşünüyordu.
Orada bulunan mağdur yakınlarından bir amca, babacan bir edayla Funda hanıma yaklaşıp derdini kendisine anlatmasını istedi. Biraz sakinleştikten sonra olup biteni bu amcaya anlattı Funda hanım.
Daha önce ki hâdiselerden ve emniyetin takındığı bu tavırdan tecrübesi olan bu amca Funda hanıma, eşinin “Mutlaka burada olduğunu ancak emniyetin takındığı bu tavrı kasten yaptığını” söyleyip en azından eşinin içerde olduğu ve sağ olduğu konusunda Funda hanımı ikna etti.
Funda hanıma, orada aynı acıları paylaşan bir kaç kişi yardımcı olmak istediklerini, mutlaka kendileriyle irtibat kurmalarını söyleyip, telefon numaralarını verdiler. Funda hanım o gün eşi hakkında hiç bir şey öğrenemeden evine döndü. Ama içi içini yiyor, gözüne uyku girmiyordu. Sabaha karşı yorgunluktan tam uykuya dalmıştı ki kapısı sert bir şekilde çalındı. Neye döndüğünü şaşıran Funda hanım başına örtüsünü alıp kapıya yaklaştı “Kim o” dedi. Dışardan, “Polis! Aç kapıyı. Arama emri var” diye seslendi.
Funda hanım ürkmüştü. Daha önce başına hiç böyle birşey gelmemişti. Öyle korkmuştu ki yüreği; göğüs kafesinden çıkmak isteyen bir kuş gibi çırpınıyordu. Kalbi küt küt atıyor, adeta göğüs kafesini içerden dövüyordu. Hemen toparlanıp kapıyı açtı. Açmasıyla birlikte ayakkabılarını bile çıkarmadan evin her tarafına dağılan polisler, bütün evi aramaya başladılar. Daha doğrusu aramıyorlar adeta darmadağın ediyorlardı. Funda hanım “Çocuk odasında çocukların uyuduğunu en azından orada sesiz olmalarını” istemesine rağmen polislerin ukala tavırlarına engel olamamıştı. Neticede çocuklar, odasına giren polisi görünce, korkup ağlamaya başlamış, uzun süre annelerine sarılır vaziyette polislerin evden gitmelerini beklemişlerdi. Ondan sonraki bir çok gece bu yavrucaklar geceleri hep ağlayarak uyanıp annelerine sarılarak uyumuşlardı.
Funda hanım, eşinin emniyette olduğuna, bu arama hadisesinden sonra artık kesin kanaat getirmişti. Zaten Funda hanımı bir hafta sonra sonra arayıp emniyete çağırdılar. Orada ilk defa eşiyle görüşen Funda hanım, eşini gözaltına alma gerekçesini ve ne ile suçladıklarını öğrendi. Funda hanım bu tür gözaltına alma hadiselerini daha önceden bildiği için çok şaşırmamıştı. Ama oraya nasıl geldiğini öğrenince bir taraftan dudağında acı bir tebessüm belirirken diğer taraftan gözlerine yaşlar seyirtmişti.
Bir tarafta, kendisi için son derece tehlikeli bir arının canını kurtarmak için sağlığını tehlikeye atan ve bu sebepten hastaneye gitmek zorunda kalıp, orada polis kayıtlarında hakkında ihbar olduğu için gözaltına alınan, diğer tarafta böyle bir insanı teröristlikle ve hainlikle suçlayan, memleketin birlik ve dirliğini şahsi çıkar ve menfaatleri uğruna feda edenler.
Ya sahibel gureba, ya sahibel mazlumin, ya sahibel mağdurin, ya sahibel mahkûmin! El aman, el aman hallisna minezzalimin.
Ercümend PERVER