Sünuhat isimli eserinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri “Rüyada Bir Hitabe” başlığı bölümde diyor ki: “1335 (1919) senesi Eylülünde, zamanın hâdiselerinin verdiği ümitsizlikle şiddetle muzdariptim. Şu yoğun karanlıklar içinde bir NUR arıyordum. Mânen rüya olan yakazada (uyanık iken) bulamadım. Hakikaten yakaza olan sâdık rüyada bir ZİYA gördüm. Tafsilatını terkederek, yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki: Bir Cuma gecesinde uyku ile misâl âlemine girdim. Biri geldi dedi: “İslâmın mukadderâtı için teşekkül eden muhteşem bir meclis, seni istiyor.”
Gittim gördüm ki, nûrânî, emsâlini dünyadan görmediğim, selef-i sâlihinden (geçmiş sâlih büyüklerimizden) ve âsârın meb’uslarından (her asırda gönderilen müceddilerinden) her asrın mebusları içinde bulunan bir meclis gördüm. Hicap edip, kapıda durdum. Onlardan bir zât dedi ki: “Ey felâket, helâket asrının adamı! Senin de re’yin var, fikrini beyan et!.”
…………….
“Baktım Meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, elpençe yatakta oturmuş kendimi buldum. O gece böyle geçti… Aynı gün tamamen ümit dolu olarak başka ve dünyevî bir meclise gittim. Dünyevîler dediler: ‘Neden geldin geleli, siyasete karışmıyorsun?’ Dedim: ‘Eûzü billâhi mine’ş-şeytanı ve’s-siyâseti’ (Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım. Evet, İstanbul siyaseti İspanyol nezlesi gibi bulaşıcı bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz, bizzat hareket sahibi değiliz. Bilvasıta hareket ediyoruz… Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O, uyutarak telkin eder. Biz kendimizden hayâl edip sağır olmuş gibi tahribimizde, telkin edilen şeyleri icrâ ederiz.
“Madem ki, menbâ Avrupa’dadır. Gelen cereyan, ya menfi veya müsbettir. Menfiye kapılan harf gibi (kendisinin delâlet ettiği bir mâna yoktur, sadece başkasının hesabına bir âlet gibi tarif edilir. Demek bütün hareketleri, bizzat hâriç hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür. Niyetinin hâlis olması fayda vermez. Bilhassa menfi iki cihet, zaaf ile hâriç cereyanın kuvvetine şuursuz hareket eden akılsız bir âlet olur.
“Diğer müsbet cereyan ise ki, dâhilden muvafık şeklini giyer. Kendinde bulunan müstakil mânaya delâlet eder. İsim gibidir.”
“Evet müsbet cereyanın hareketi kendinedir. Tebaî (dolayısıyla) hârice, başkasınadır.”
“Dediler: ‘Din namına meydana çıkmak lâzım.’ Dedim. ‘Evet lâzımdır. Fakat katî bir şart ile ki, harekete geçiren şey. İslâmiyet aşkı ve dînî hamiyet duygusu olmalıdır. Eğer harekete geçiren veya tercih sebebi olan şey, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikelidir. Birincisi hatâ da etse belki affedilir. İkincisi isabet etse bile mesüldür. ‘Kim fâsık günahkâr siyasetdaşını, dindar muhalifine, suizan bahaneleriyle tercih etse, onu harekete geçiren siyasetçiliktir. Hem herkesin mukaddes malı olan dini, inhisar (tekelcilik) zihniyetiyle kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermekle, kuvvetli bir ekseriyette (insanların çoğunda) dini aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmenin ise harekete geçiricisi tarafgirlik duygusudur. (İnsanlara, siz dinsizsiniz, derseniz onları yanlışa, dine karşı olmaya sevkedersiniz.)
“Acaba şimdi menfi siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir bilir misiniz? Bence İslamın en şiddetli hasmı, düşmanıdır ki, hançerini İslâmın ciğerine saplıyor…”
“İnat bazan müthiş fırka (parti) mutaassıplarını (fanatiklerini), dalâlet ve bâtıl taraftarı hâline getirir… Şeytan kendi partilerine yardım etse, onu melek gibi görerek rahmet okurlar. Başka partili melek olsa bile, onu elbisesini değiştirmiş bir şeytan gibi görerek, lânet okurlar. Suizan ve hüsnüzan nazarıyla dürbünün iki tarafı gibi, lehte ve aleyhte bulunurlar. Boş ve asılsız bir emâreyi kesin delil gibi, kesin delili de boş bir şey gibi görürler…”
Böyle bir siyasî anlayışın yapmayacağı kötülük yoktur. Hele bu anlayış, İslam hesabına işletiyorlarsa din-i İslama bundan büyük zarar olamaz.
E. Abdurrahman