Bugün kimileri Bediüzzaman Said Nursi’ye, maalesef, hala etnik kimliği, kimileri ise siyasi kimliği üzerinden bakıyor. Onu salt bir mütefekkir ve düşünür olarak görmek yerine hayatını ve yaşadığı olayları bu kimlikler üzerinden okumaya ve okutmaya çalışıyorlar. Bu konuya yaklaşımımı izah babından bu yazıda Sultan 2. Abdülhamid’in Bediüzzaman’ı neden tımarhaneye attırdığı üzerinde durmaya çalışacağım.
Bilindiği gibi Bediüzzaman, Tahir Paşa’nın SultanAbdülhamid’le görüştürme amaçlı daveti üzerine İstanbul’a gelmişti. Buna rağmen, Abdulhamit’in istibdat (tek adam) yönetimine karşı konuşmalar yapmaktan geri durmamış, bulduğu her fırsatta hürriyetin önemini anlatmıştı. OsmalıDevleti’nin halini bir acüz-i şemtaya (kocakarı) benzeterek yenilik ve değişimin kaçınılmaz olduğu üzerinde durmuştu.
Tıpkı bugün gibi o zamanlar da basın Saray’ın emrindeydi. Muhalif fikir beyan edenler derhal hapse atılıyordu. Korkudan kimse ağzını açamıyordu. Yabancı gazetelerin ise sakıncalı kısımlarının üzerleri çizilmeden dağıtılmalarına müsade edilmiyordu. İşte böylesine baskıcı bir ortamda Bediüzzaman, devrinin birçok aydını gibi gazetelere yapılan sansüre karşı fikir ve ifade hürriyetini savunmaktaydı.
Bediüzzaman’ın karşı olduğu sadece sansür değildi, Sultan’ın yılda sadece bir kez halkı selamlamasına da karşı çıkmaktaydı ve Saray saltanatını ciddi bir şekilde eleştirmekteydi.
Ulema diye Yıldız Sarayı’na alınan çoğu kişinin hafiyelikten başka bir işi olmadığını görüyor ve Yıldız Sarayı’nın bir darülfünün (üniversite) yapılmasını istiyordu.
Tahmin edilebileceği gibi bu tür görüşlerini serdettiği konuşmalarının kitapçık halinde neşredilmesine müsaade bile edilmiyordu.
Buna rağmen, Liceli Ahmet Ramiz ve Mutkili Halil Hayali, “İki mektebi musibet şehadetnamesi” başlıklı risalesini 1908’de neşretmeyi başarmışlardı. Gerçi yaptığı neşriyattan dolayı takibata uğrayan Ahmet Ramiz çareyi Mısır’a gitmekte buldu.
Gazeteler, Bediüzzaman’ın İstanbul’a gelişini “Şark’ın yalçın kayalarından İstanbul’un afakına bir fikir ve düşünce güneşinin doğduğu” şeklinde duyurmuşlardı. Ulema sınıfının kıskançlık hislerini üzerine çekmesi fazla zaman almamıştı. Bu kıskançlık histerisiyle Bediüzzaman’ın Kürt olduğuna vurgu yaparak aleyhinde propaganda yapmaya başlamışlardı. Bediüzzaman ise kaldığı yerin kapısına üzerinde “Her soruya cevap verilir” yazısı bulunan bir levha astırmıştı. Bu tavrı İstanbul’da ciddi bir yankı uyandırmış ve ülkenin doğusundan gelmiş otuz küsur yaşlarındaki bir gencin İstanbul ulamasına karşı meydan okuması şeklinde algılanmıştı.
Mısır’ın önde gelen alimlerinden Şeyh Muhammed Bahit efendi İstanbulu ziyareti sırasında Bediüzzamanı ziyaret etmiş bazı sorular sormuştur. Sorularına karşılık aldığı cevaplar ve Bediüzzaman’ın bahsettiği yeni fikirler onu öylesine etkilemişti ki, “Bu gençle münazara yapılamaz!” demiş ve ona Bediüzzaman ismini layık görmüştü. Böylece Saidi Kürdi’nin yanısıra Bediüzzaman ismiyle de anılmaya başlamıştı.
Malum olduğu üzere, geri toplumlarda, öteden beri, fikri mücadelede yenik düşenler muhaliflerini mecnunlukla, delilikle itham edegelmişlerdir. 2. Abdulhamid de aynısını yaptı ve çare olarak fikren alt edemediği Bediüzzaman’ı“deli” diyerek Toptaş Tımarhanesi’ne attırdı. Saray’ın hizmetindeki dört doktor Bediüzzaman için deli raporu vermişti. Ancak, Başhekim’in muayene sırasında sorduğu sorular karşısında aldığı cevaplar, Bediüzzaman ile ilgili raporuna şunları yazmasına sebep olmuştu: “Şayet bu adam deliyse dünyada akılı insan yoktur.” Ancak bu rapor üzerinedir ki Bediüzzaman serbest kalabildi.
Yaşadığı bu olay Bediüzzaman’a artık İstanbul’dan gitme zamanının geldiğini hissettirmişti. Bu şehre veda ederken şu manidar ifadeleri kayıtlara geçirmeyi de ihmal etmemişti:
“Elveda ey gelin libası giymiş acuze-i şemta (kocakarı). Sen zehirli bir bala benzersin. Belki medeniyet libası giymiş vahşi bir adama benzersin. Sureten ne kadar medeniliğin var, sireten dahi nifak, sefalet, ağraz içinde o kadar vahşisin.”
Oysaki Bediüzzaman’ın İstanbul’a gitme sebeplerinin başında Şark’ın perişan halini Sultan’a anlatmak geliyordu. Başta Kürtler olmak üzere bölge halklarının eğitim alanındaki mahrumiyetlerine ve geri kalmışlıklarına çare olabilecek bir öneri ve planla İstanbul’a gitmişti. O, Diyarbakır ve Bitlis’te fakülteleri olan, dini ve fenni ilimlerin bölgesel dillerde beraber okutulduğu Medresetüzzehra adıyla Van’da bir üniversite kurulmasını arzu ediyordu. Bediüzzaman, Kürdistan’daki bey ve ağaların, meşayih ve ulemanın 12-16 yaş arası çocuklarının okutulduğu İstanbul’daki Aşair (aşiretler) mektebini ne yeterli görüyor ne de devşirme amacı güden bu okulların yaptığını doğru buluyordu.
Eğitim alanındaki devasa sorunların yanı sıra Şark vilayetlerinde çok ciddi sosyo-ekonomik ve politik sorunlar da vardı. Zaten yoksul olan halktan zorla vergi toplanıyor, beyler ve ağalar devletten aldıkları destekle halka ciddi zulüm ve işkenceler yapıyordu. Ağır tabiat şartları yetmezmiş gibi yapılan bu zulümler hayatı iyice yaşanmaz hale getiriyordu. Halka bu yokluklar ve zulümler layık görülürken, Saray ise tıpkı bugünkü gibi debdebe ve şatafatından zerre taviz vermiyordu. Saray menüsünde adeta yok yoktu.
Bediüzzaman ise şayet zamanlıca halledilemezlerse Şark’taki problemlerin ileride çok ciddi sorunlara ve hatta anarşiye sebebiyet vereceğini görüyor ve gördüklerini söylüyordu. Bediüzzaman’ın Van’da üniversite kurulmasına dair teklifine Sultan sıcak bakmamış, “Balkanlar daha önemli”şeklinde bir cevap vermişti. Bediüzzaman’ın buna karşı tepkisi ise “orası senin değildir, fakat Şark senindir” şeklinde olmuştu.
Bediüzzaman’ın Şark’taki problemlerin çözümü için yaptığı tek girişim bundan ibaret değildi. Bu amaçla hem Osmanlı hem de Cumhuriyet devrinde çok mücadeleler vermişti. Buna rağmen, bugün Bediüzzaman’ın Osmanlı dönemindeki mücadelesi ve yaşadıkları görmezden gelinerek sadece Cumhuriyet döneminde gördüğü zulümler anlatılıyor. Halbuki, Osmanlı döneminde sadece feryadına kulak verilmemekle kalınmamış, deli diye yaftalanarak tımarhaneye bile atılmıştı. Tıpkı kendisinden 15-20 sene önce benzer bir durumu yaşayan Cemâleddîn Efgani gibi Bediüzzaman da çareyi İstanbul’u terk etmekte bulmuştu. İstanbul’a hâkim olan arkaik zihniyete meydan okuyan bu iki mütefekkir, Saray’ın kapı kulluğuna soyunan devrin uleması tarafından hapislere ve sürgünlere maruz bırakılmışlardı.
Bediüzzaman hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde sistemin yanlışlarını haykıran cesur bir alimdi. Buna rağmen, bugün bu zat sanki yaşanan zulümler karşısında hep susmuş ve köşesine çekilmiş bir kişilikmiş gibi anlatılmaya çalışılıyor. Değişimci, yenilikçi bir mütefekkir değil de sanki yerel ve geleneksel bir din alimi gibi sunulmaya gayret ediliyor. Ahlak, hak-hukuk, adalet ve siyaset anlayışı üzerine ciddi akademik çalışmalar yapmak yerine ömür boyu süren mücadelesi sadece sohbetlere konu edilerek geçiştiriliyor. Oysaki, tüm hayatı boyunca hak-hukuk mücadelesi veren Bediüzzaman’ın hareket ve hizmet mefkuresi üzerine ciddi akademik çalışmalar yapılması gerekiyor.
Öte yandan, bazı kesimler Bediüzzaman’ın ırksal kimliğini inkâr ederek davasını o şekilde temsil etmeye çalışırken, tam tersine bazı kesimlerse onun ırksal kimliğini öne çıkararak davasına sahip çıktıklarını sanıyor. Bunların kim oldukları veya hangi gruba mensup oldukları hiç önemli değil. Ama bilerek ya da bilmeyerek bu yaptıklarının hâkim zihniyetin ideolojik diline destek vermekten başka bir şey olmadığını zaman gösterdi.