Ülkeler arasında her alandaki gelişmişlik farkları ile o ülkelerdeki vatandaşlık bilincinin düzeyi arasında doğrudan bir korelasyon vardır. Çevrelerinde olup bitenin farkında ve şuurunda olan, eylem, tavır ve tercihlerini de bu farkındalık ve şuurla şekillendiren bilinçli bireylerden oluşmuş toplumların bu şuurdan mahrum toplumlardan her açıdan daha gelişmiş olmasında şaşılacak bir durum yoktur. Bilinçli vatandaş ve toplumların inşasında ise, olay ve olguları kendi iradesiyle değerlendirebilen ve bu değerlendirmeye göre duruş belirleyen bireylerin varlığı hayatidir. Bilinçli vatandaş, her şeyden önce şu ya da bu ülkeye vatandaş olmanın, başkalarının haklarına tecavüz etmemek kaydıyla, bireyin özgür iradesini, evrensel hak ve özgürlüklerini dilediğince kullanmasının önünde engel teşkil etmemesini bilen vatandaştır.
Kelime olarak kökeni Arapça’ya dayanan “vatandaşlık” kavramı, bir vatana (ülkeye/devlete) hukuken bağlı olmayı ifade etmektedir. Her ne kadar “saf Türkçe” furyasında“vatan” yerine “yurt,” “vatandaşlık” yerine “yurttaşlık”kelimeleri ikame edilmiş olsa da “vatandaşlık” kavramı hâlâ dilimizdeki baskın konumunu sürdürmektedir. Tartışmanın detaylarına girmeden önce cari hukukta vatan ve vatandaşlığın ne anlama geldiğinin bilindiğini varsayarak İslam hukukuna göre bu kavramların neye tekabül ettiğini açıklamakla işe koyulayım.
Geleneksel İslam fıkhına (hukukuna) göre üç çeşit vatan vardır: İlki, kişinin doğduğu vatana karşılık gelirken “vatan-ı aslî” kavramıyla ifade edilir. “Vatan ı aslî” bir insanın doğup yaşadığı yer olmanın yanısıra çalışmak üzere yerleşip geçimini sağladığı, çoluk çocuğu ile yerleştiği yere de karşılık gelmektedir. İslam fıkhı yerleşmek maksadı olmaksızın on beş günden fazla kalmak üzere bulunduğu ve aslî vatanından en az 90 km uzaklıktaki yeri de “vatan” olarak tanımlamakta ve buna “vatan-ı ikâmet” adını vermektedir. Bir kimsenin on beş günden az bir süre kalmak niyetiyle bulunduğu, aslî ya da ikâmet vatanından en az 90 km uzaklıktaki yer bile İslam hukukuna göre “vatan” sayılır ve “vatan-ı süknâ” diye adlandırılır. İslam hukuku açısından bakıldığında doğdukları ve doğal uyruklularının bulunduğu ülkeye geri dönme niyeti ya da imkânı olmayanların, göç ya da iltica etmek zorunda kaldıkları hali hazırda yaşadıkları ülke artık onların asli vatanı hükmüne geçmektedir.
Fransız İhtilali sonrasında ulus devletlere sahip olma mantalitesinin öne çıkmasıyla birlikte vatandaşlık kavramı büyük bir önem kazanmıştır. Geniş hukuki ve sosyopolitik anlamlar yüklenen bu kavram uluslararası önemi haiz bir keyfiyete ulaşmıştır. Ancak, bu yazıda konumuz vatandaşlık kavramının nasıl ortaya çıktığı ve tarihsel olarak nasıl geliştiğine dair politik, felsefi ve hukuki süreçleri incelemek değildir. Bu yazıdaki meramımız bilinçli vatandaşlık ile bilinçsiz vatandaşlık farkının nelere yol açabileceğine bir nebze olsun ışık tutmaktır.
Bilinçli bir vatandaş olan bir birey ve bu tarz bireylerden oluşan bilinçli bir toplum her şeyden önce hayatın üzerinde inşa edildiği taşları yerli yerine oturtmasını bilir. Mesela, devlet ve hükümetin ayrı şeyler olduğunun ayırdında olduğu gibi bir sosyopolitik konstrüksiyon olarak devletin amaç ve vazifesinin de birey ve toplumun güvenliğini ve refahını sağlamak suretiyle kendilerine hizmet etmek olduğunun farkındadır. Devletin ezici gücüne karşı bireyin ve toplumun hak ve özgürlüklerinin hukuk tarafından teminat altına alındığının da ayırtındadır. Bu konudaki her ihlale, başkalarının başına gelse de, kendi başına gelmiş gibi tepki koyar, tavır alır. Bu bilinçten yoksun olan vatandaşlar ise, bu türden temel ayrımları yapma kabiliyetinden yoksun olduklarından en temel hak ve özgürlüklerini ihlal eden devleti her durumda haklı görme acziyedine düşebilir. Hukukun gereklerine göre değil de, hukuki olup olmadıklarına bakmaksızın devlete tünemiş muktedirlerin emir ve talimatlarına, boyun eğmeyi vatandaşlık görevi sanabilir.
Öte yandan, bilinçli vatandaş siyasi tercihlerinin ülkenin ve toplumun geleceğini şekillendireceğinin şuuruyla hareket eder. Hür iradesini buna göre tecelli ettirir. Seçme ve seçilme hakkını en doğru ve en etkili şekilde kullanır. Ülkenin (milletin) geleceğini birilerinin doyumsuz siyasi ihtiraslarına feda etmez. Vatandaşları bu bilinç düzeyinde olan ülkelerin alabildiğine medeni ve her açıdan ilerlemiş olmaları tesadüfi değildir. Tam tersine, vatandaşlık bilincinin kâmilen oluşmadığı, dolayısıyla siyasi tercihlerin olgunlaşmadığı ülkelerin içinde bulunduğu kaotik durum ise şaşırtıcı değildir. Bilinçli vatandaş, kendi hak ve özgürlüklerinin üzerine titrediği gibi diğer insanların hak ve özgürlüklerinin de değerini bilir. Düşünce, inanç, dil, din, kültür çeşitliliğinin ve etnik farklılıkların ülkesi için bir zenginlik olduğunun bilinciyle herkesin hak ve özgürlüklerini kendi hak ve özgürlükleri gibi kutsal bilir ve savunur. İşte bu bilinç, o kişiyi veya kişileri sadece bir ülkenin vatandaşı olmaktan alır, dar ulus düşüncesinden çıkarır ve geniş insanlık ailesinin onurlu bir ferdi olma zeminine taşır.
Bilinçli vatandaş, ayrıca, kimliğinin ve kişiliğinin ayrılmaz bir parçası olarak Allah’ın kendisine doğuştan bahşettiği hak ve özgürlüklerin, ve evrensel hukukun kendisini donattığı yasal haklarının farkındadır. Sırf insan olmaktan ve hukuktan kaynaklanan bu hak ve özgürlüklerini nasıl kullanacağını iyi bilir. Sadece maddeten değil, ruhen, manen ve aklen geri kalmış ülkelere baktığımızda ise, kalabalıkların ne doğuştan kendilerine bahşedilen bu hak ve özgürlüklerin ne de evrensel hukukun kendilerine tanıdığı yasal hakların farkında oldukları pek görülmez. Böyle bir bilinç düzeyine erişmek şüphesiz ki kendiliğinden olan bir durum değildir. Nesilden nesile süren ve aktarılan ciddi bir eğitim sürecini ve birikimini gerektirir. Batılı demokratik ülkelerin vatandaşlarını her şeyden önce bu konularda eğiterek bilinçlendirmesi boşuna değildir. Vatandaşlık bilincine sahip kitlelere sahip olmak despotik, hukuk dışı, mafyatik ve yozlaşmış idarelerin işini zorlaştırır belki ama demokratik ve hukuki yönetimi, sosyal barış ve istikrarın teminini kolaylaştırır. Her türlü suistimali veya suistimal girişimini ise zorlaştırır.
Bilinçli vatandaş, her şeyin özünün, yönetme iradesinin merkezinin kendisi olduğunun ayırtında olan vatandaştır. Kendi iradesiyle seçtiği yönetici sınıfa karşı tavrı da bir kölenin sahibine olan ezik tavrı gibi olmaz. Söz konusu bilincin beraberinde getirdiği yüksek izzet ve onur düzeyine göre olur. Bu bilinç, yönetenlerin kendi şahsi menfaatlerinin peşinde koşmasına engel olduğu gibi onlara sürekli ve biteviye bir şekilde toplumun beklentilerine cevap vermenin dışına çıkmamaları gerektiğini hatırlatır. Bilinçli vatandaş, vatan-millet sevgisinin bütün unsurları ve farklılıklarıyla tüm insanları, doğayı ve hayvanları sevmekten ayrı bir şey olmadığına inanır. Tüm bunları kendi hak ve özgürlüklerini koruduğu gibi korumak ve yaşam koşullarını geliştirmek için çalışır, ellerinden geleni yapar. Bilinçli vatandaş, kendisinden ne beklendiğini bildiği gibi başkalarından ve devletten ne beklediğini de bilen kişidir. Ne istediğini bilmeyen bilinçsiz vatandaş ise, kimden ne bekleyebileceğini, ne isteyebileceğini de bilemez. Oysaki, önemli olan devletin ve siyasi muktedirlerin bizden ne istedikleri ve bekledikleri değil, asıl bizim onlardan ne istediğimiz ve beklediğimizdir. Bilinçli ve bilinçsiz vatandaş arasındaki farklar elbette ki bu saydıklarımdan ibaret değildir. Bu kısa yazı kapsamında ben sadece birkaçına değinebildim. Siz listeyi dilediğinizce uzatabilirsiniz.