Bir kaç senedir hizmete gönül veren insanların öz vatanlarında derin bir teessür, tarifsiz bir üzüntü ve dipsiz bir acı yaşadığı muhakkak...Kendilerine reva görülen bu zulüm kahrediyor onları. Zıvanadan çıkmış bir şirzime-i kalil gırtlaklarına çökmüş darbediyor, hapsediyor, gasbediyor. Niyetlerinin yok etmek olduğu açık. Onlar ise duada derinleşerek, yapageldikleri şeyleri sürdürerek ve "demir gibi sebat ederek" Adil-i Mutlak'ın hükmünü bekliyorlar.
Çünkü kendilerini biliyorlar, kendilerinden eminler. Nereden geldiklerini, nerede durduklarını ve nereye yürüdüklerini bilmenin rahatlığı ve huzuruna sahipler..
Onlar, "ben insanlığın ikindi vaktinde geldim "diyen son peygamberin, "Şunu iyi bilin ki benden sonra ne bir peygamber gelecek ne de sizden başka bir ümmet söz konusu olacak. Bu din gece ve gündüzün ulaştığı her yere ulaşacak.
İster kıldan, ister kerpiçten, ister tuğladan, hangi malzemeden yapılmış olursa olsun, bu nur her binayı aydınlatacak" sözleriyle inananların omuzlarına yüklediği emaneti bayraklaştırma ve onu gökkubbenin gönderine çekme derdindeler...
Hocaefendi'nin ve ona gönül verenlerin bu dünyada istediği, amaçladığı, ele geçirmeye çalıştığı yegane şey işte bu emanete sahip çıkabilme ve ona liyakat kesbedebilme keyfiyetidir. Gerisi eskilerin ifadesiyle kıl-ü kalden ibaret...
Bu emanet aynı zamanda bir nebi vasiyeti. Onun işaret ettiği bir ufuk. Ve yeryüzünün bahtına mutlaka gülümseyecek bir peygamber müjdesi...
Hocaefendi ömrünü vakfettiği bu emaneti, bir dava haline getirerek kendisine gönül veren binlerce insanın idrakine nakşetti ve onları bu müjdeyi kovalayan "hel min mezid" yolcuları haline getirdi.
O yolcular ki, bu muazzez emanetin ruhlarında tutuşturduğu aşk u heyecanla, Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar çil çil müesseseler serptiler. Drahşan çehreli, hüşyar gönüllü, fedakar ruhlu dinini, vatanını, milletini aziz bilen, insanlığa hizmet etmeyi ibadet sayan binlerce genç armağan ettiler bu topraklara.
O yolcular ki, bu mukaddes emanetin ateşiyle ısıttılar buzulları, bu müstesna emanetin yağmuruyla serinlettiler çölleri.
Sinelerinde bu mualla emanetle kanatlandılar yolunu, adını , dilini bilemedikleri diyarlara.
Ellerinde bir adresin, bir telefonun bile olmadığı meçhullere yürürken, bir dolunay gibi bu mübarek müjdeyle ışıttılar yollarını. Ve nebi soluklu bir "güven "yeşerttiler vardıkları il ve iklimlerde... En mühim referansları ve kredileri titizlikle, ihtimamla oluşturdukları bu "güven" oldu. Binbir elekten geçirildi bu insanlar, bin bir sınavdan.. Yoklukla da varlıkla da denendiler defalarca. Helalle de haramla da imtihan edildiler. Sade, gösterişsiz ve samimi hayatlarıyla göz kamaştırdılar. Fedakar, müstağni ve beklentisiz tavır ve edalarıyla mest ettiler.
İnsanların hanidir aradıkları, özledikleri , acıktıkları şeyler vardı bu gelenlerde.. Her daim mütebessim çehrelerinden esenlik ve huzur yansıyordu çevrelerine. Şikayet lügatlerinde yoktu. Olanı paylaşırlardı. Yokluk hiç dert değildi. Açlıkla sıkı dostlardı. Parayla da parasızlıkla da dalga geçerlerdi. Sıkıntılardan enerji üretirlerdi. İşten yüksünmezler, işe küsmezlerdi. Başarı herkesindi, başarısızlık kendilerinin. O yüzden hayatlarında ilk defa gördükleri ve pek de bilmedikleri bir ülkenin insanlarına emanet ettiler çocuklarını hiç düşünmeden. Sineleri ve simaları yalansız bu insanlara ülkelerinin geleceğini teslim ettiler.
Bunlar için dünya dar-ı hizmetti, ahiret dar-ı ücret. Yaptıkları iyi şeyleri unutmak vardı kitaplarında. Vazife bitince de bir gölge gibi sessizce çekip gitmek.
En çok hüzün bulaşığı mahcubiyet yakışıyordu onlara. Övülünce elleri ayakları birbirine dolaşıyordu. Kaba, hoyrat, baştan çıkmış bencilce hallerine tanık olmak neredeyse imkansızdı. Paylaşmanın, yardımlaşmanın, diğergamlığın, takım ruhunun destanını yazıyorlardı elbirliğiyle.
Evlerde talim etmişlerdi onlar bu dersi, dershanelerde, nurun hüzme hüzme yağdığı beytlerde. Ders çalışır ve çalıştırırken.. Sınavı olan arkadaşının çamaşırını, bulaşığını yıkarken. Yeri geldiğinde bir akşamda üç sofra kurup kaldırırken. Duha ile, evvabin ile, teheccüdle tanışırken. Tesbihatla çağıldarken. Pazartesi, perşembe oruçlarının iftarlarını sıcak suya doğradıkları kuru ekmeklerle açıp, sahurunu çaya arkadaş kıldıkları küflü zeytinlerle yaparken. Apartman komşularına kandil simidi, aşure dağıtırken. Çay sohbetlerine çılgınlar gibi akarken. Bir harama nazar ederim, hizmetim yaralanır, evimin bereketi kaçar diye ürperirken. Deri toplarken. Çevre illerde gıda toplamaya heves ederken. Gazeteyi hem dağıtıp, hem abone peşinde koşarken. Harçlıklarından himmet verirken. Kapı kapı dolaşıp burs toplarken. Oya işleyip, sarma sarıp, börek açıp kermes düzenlerken. Kimselere göstermeden küpesini, bileziğini verirken. "Hizmete adayamayacağım zenginliği verme "diye yakarırken. Bayrama, düğüne gidercesine himmet gecelerine koştururken? Okulun, yurdun inşaatını yetiştirme telaşı ve arzusuyla çocuğunun toyunu unuturken. Otobüste, dolmuşta etrafla meşgul olmak yerine walkmenle kaset dinlerken. Arabasında Mustafa İsmaili'in, Tuhi'nin, Abdüssamed'in kıraatını vecdle dinleyip kendinden geçerken. Yaza, kışa aldırmaksızın Güneydoğu senin, Karadeniz benim gezerken. Koluna girdiği arkadaşı İzmir, İstanbul vaaza taşırken. Yazları yaylalarda, kışları yurt ve yuvalarda kitap okuma, namaz kılma kamplarına gömülüp, yarınlar adına kurduğu hayalleri, dualarla, gözyaşlarıyla yıkarken. Tatillerde camilere dağılıp çocuklara Kuran öğretirken. Risale-i Nur okurken. Evi nasıl daha verimli ve bereketli değerlendirebiliriz sancısıyla istişare ederken. Birbirleri için yaşamayı ve birbirlerinde fani olmayı böyle öğrendiler. Adanmışlığa, beklentisizliğe ve ne olursa olsun "off" bile etmeyip hiç durmadan yürümeye böyle ram oldular. Medrese-i Nuriye'den aldılar diplomalarını ve yeryüzünün dört bir bucağına kanatlandılar.
Şimdi dünyanın hemen her ülkesinde sarmaş-dolaş oldukları insanlarla hep beraber " yeni bir dünya " şarkısını söylüyorlar umutla, inançla, azimle... Yüzyıllar önce Arafat'tan dalga dalga asırlara yayılan muştunun esintileri ürpertiyor yüreklerini.
Yeryüzü boydan boya bir ışık sarmaşığı kesiliyor...
Varsın bazıları hizmeti yemeye ve yenmeye devam etsin.
Ali Hafızoğlu
*daha yok mu, daha fazlası var mı
Hayırlı ve faydalı işlerde doymamayı, yetinmemeyi
Daha çok yapma arzusunu anlatmak için kullanılır.