Soru: “Abi, son günlerde yaşadığım hayat dayanılmaz hale geldi benim için. Bazen nefes almakta bile zorlandığım oluyor. Burada detay verip de canınızı sıkmak, moralinizi bozmak istemiyorum. Şu kadarını söyleyeyim ki, geçtiğimiz günlerde canına kıyan Canan öğretmeni öyle iyi anlıyorum ki!
Tevafuken yazınızı okudum. Bana biraz olsun teselli oldu diyebilirim. Sonra aklıma Üstad Hazretleri geldi. Onun çektiklerini düşündüm. Yaklaşık otuz yıllık hapis hayatı onu yıldırmamış, on-on beş sene dağlarda yalnız bırakılması ve hiç kimsenin yanına sokulmaması ümitsizliğe düşürmemiş.
Hele bir sözü var ki ihtimal aynı ruh halini yaşadığım için aklıma geldikçe ağlıyorum: “Aylardan beri şu ormanda, ormancılar da ormana gelmediklerinden, bu dağın başında yapayalnızım.”
Ben de yapayalnızım abi. İki buçuk yıldır. Dualarınızı bekliyorum...”
Kıymetli okur!
Mailiniz uzundu. Buraya kısaltarak almak zorunda kaldım. Satırları okurken gözyaşlarıma mani olamadım. Yalnızlığınızı ilmek ilmek dokumuşsunuz mailinize.
Neylersiniz! Tarihe baktığımızda hak ve hakikati temsil edip onu, muhtaç gönüllerle paylaşma sürecine giren her hizmet insanının belli çile ve sıkıntılarla karşılaştığını görüyoruz.
Bu bağlamda denilebilir ki, çile üstüne çile dolu bir hayat yaşamak, kendini Hakk’a adamış mümtaz ruh ve seçkin insanların ortak kaderi olagelmiştir. Nitekim bu hakikati siz de dile getirmişsiniz.
Çile, ızdırap, sürgün, hapis bu yolun kutlu yolcuların kaderidir. Tarih bunun örnekleriyle dolu.
Bilhassa Abbasi Halifesi el-Me’mûn döneminde Ebû Hanife, Ahmed İbn Hanbel, Serahsî, Muhammed İbn Nuh, el-Huzâî, Nuaym İbn Hammâd, Ebû Ya’kûb Yûsuf İbn Yahya el-Buveytî gibi önemli şahsiyetler hapis, sürgün, işkence ve çeşitli sıkıntılara maruz kalmış. Hatta bunlardan bazıları zindanlarda ve işkence altında ruhlarını teslim etmekle karşı karşıya bırakılmışlar.
Ne büyük acı.. aynı zamanda ne büyük bir ayıp...
Sabır ve dua tek azığımız!
Şartlar çok ağır olsa da siz doğrusunu yapıyorsunuz. Maziye baktığımızda bu yolun yolcularının böylesi süreçler yaşaması bizim için aynı zamanda büyük bir teselli kaynağı. Sabır ve dua tek azığımız.
Sizin de ifade ettiğiniz gibi asrın çilekeşlerinden Bediüzzaman Hazretleri, 1925’lerde Barla’ya sürgün ediliyor. Bir kır bekçisiyle görüşmesi bile çok görülüyor. Yaklaşık yirmi sekiz sene hapishanelerde ve sürgünlerde çileli bir hayatı yaşamaya zorlanıyor.
Size çok dokunan bir hatırasını bizimle paylaşmışsınız. Fakir de şu hatırayı sizinle ve sizin durumunuzda olanlar için paylaşmak istiyor müsadenizle.
Üstad Hazretleri, 1948 yılının Ocak ayında Emirdağ’dan alınarak Afyon Hapishanesi’ne nakledilir.
Afyon Hapishanesi, Üstadımız için çok zor bir dönem olmuştur. İlerlemiş yaşına rağmen çok ağır şartlarda yaklaşık yirmi ay hapis hayatı yaşar.
Kaldığı koğuşun penceresinde cam olmadığı gibi ısınmayı sağlayacak herhangi bir soba veya ısıtıcı da yoktur. Bu ağır şartlarla yetinmeyen devrin yönetimi onu yine zehirler.
Üstad Hazretleri, bir hücrede tek başına tutulduğundan talebeleri onu görmek için çeşitli yolları denemektedirler. Yine böyle bir günde İbrahim Fakazlı isimli talebesi, her türlü sıkıntıyı ve tehlikeyi göze alarak Bediüzzaman’ın yanına gider.
Kışın dondurucu soğuğunda penceresinde camı dahi olamayan hücresinde Üstadımız, çok hasta bir şekilde yatmaktadır.
Bediüzzaman, talebesine elini uzatarak:
- Elimi tut, der.
Talebesi elini tutar. Fırsat bulmuşken de öpünce bu soğuk havaya rağmen onun ateşler içinde yandığını fark eder.
Bediüzzaman:
- İbrahim, çok hastayım. Artık öleceğim, siz varsınız diye teselli buluyorum, diyerek içinde bulunduğu zor durumu anlatır.
Bu duaya “Amin” der misiniz?
Siz de lütfen kardeşleriniz duasıyla teselli bulun. Asla yalnız değilsiniz. Dünyanın dört tarafında binlerce dertli sine, gözyaşlarıyla dua dua yalvarıyorlar. Bu dualar sekine olup üzerine sağanak halde yağsın...
Ya Rabbi!
Zulüm ve gadre uğrayan, terörle itham edilen ve gaybubet hayatı yaşamak zorunda bırakılan bütün kardeşlerimizin tez zamanda yüzünü güldür. Onları sevdiklerine kavuştur. Zalime verdiğin mühleti sonlandır.
Allah’ım!
İradî veya cebrî hicrete teşebbüs edenlere kolaylık ver; ülkemizde kalanlara emniyet ve huzur lütfeyle. Bütün mazlum ve mağdurların, ailelerinin ve yakınlarının üzerine sekine yağdır; hepsini rahmetinle kuşat; kalplerini sabır, itminan ve rıza duygusuyla donat!..
Amin! Amin! Amin!
*** *** ***
Misafirlikte kadın-erkek karışık oturmak doğru mu?
Soru: “Hocam, yaşadığımız yerdeki kampta arkadaşlarla beraber kalıyoruz. Kamp şartları itibariyle hepimiz tek odalı yerlerde yaşamak durumundayız. Zaman zaman birbirimizi yemeğe ve çaya davet ediyoruz. Yer müsait olmadığı için de aynı odada beraber oturuyoruz. Bunda dini açıdan bir mahzur var mıdır?” K.L.
Öncelikle Rabbimiz tez zamanda inşallah kamp sürecinizin nihayet bulmasını ve yerleşik hayata geçmenizi nasip eylesin. Bahsini ettiğiniz kamplarda ben de kaldığım için ortamı iyi biliyorum.
Hemen sözün başında şunu ifade edelim ki, kamp ortamında dahi olsa kadın-erkek davetlilerin ayrı ayrı oturmaları ve zaruret olmadan birbirlerini görmemeleri en güvenli ve en isabetli yoldur.
Mesela erkekler bir odada, hanımlar ise diğer odada davet süresi boyunca kalabilirler. Hem daha rahat etmiş olurlar.
Aynı odada yemek yense mahzur olur mu?
Aynı odada beraber oturup kalksak ne mahzur olabilir denebilir belki?
O zaman gelin isterseniz bi kitabımıza göz atalım. Kur’âan-ı Kerim, “Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve namuslarını da korusunlar” (Nûr Sûresi, 24/30) buyurur.
Aynı şekilde kadınlar için de “Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar. Ziynetlerini ise görünmesi zaruri olan kısımlar müstesna açığa vurmasınlar” (Nûr Sûresi, 24/31) ikazı yapılır.
Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda bu ayetlerin “birisinin evine girmek için izin isteme” ayetlerinden sonra yer aldığını görürüz. İmam Buhari, bu âyetin tefsirinden sonra, “O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin sakladığı bütün şeyleri dahi bilir.” (Mü’min Sûresi, 40/19) mealindeki âyeti zikreder.
Aynı ortamda oturan erkek ve kadınlar ister istemez böylesi bir durumla karşı karşıya kalabilirler. Her ne kadar bakmak zina derecesinde bir sorumluluk getirmese de o tarafa açılan bir kapı olduğundan mü’minler ayet-i kerimede bundan sakındırılmıştır.
Nitekim bir hadisi şerifte bu tehlike şöyle dile getirilir:
“Gözlerin zinası bakmak, kulakların zinası dinlemek, dilin zinası konuşmak, elin zinası tutmak, ayağın zinası da yürümektir. Kalp ise heves eder, temenni eder...” (Müslim, Kader, 21; Buharî, İstizan, 12)
Mecazî zina sınıfına giren bu hallerden, bakışta şehvet ve lezzet bulunur, helâl olmayan gayr-ı meşru konuşmalar yapılır ve dinlenir ve nefis, şiddetli arzu ederse sorumluluk sahası büyümüş olur.
Zaruret olmadığı sürece!
İşte bu tür istenmeyen hallere meydan verilebileceği için başta ifade ettiğimiz gibi kadın ve erkek davetlilerin ayrı ayrı oturmaları ve zaruret olmadan birbirlerini görmemeleri en güvenli yoldur.
Ancak bu kötü duygulara kapılmaktan emin olunduğu zaman kadının tesettüre uyduğu ve kendini kontrol altında tuttuğu sürece kadın-erkek davetlilerin aynı ortamda bulunmalarında mahzur yoktur.
Kaynaklarımızda bu konuda şöyle bir hadis zikredilir:
Hz. Ebû Üseyd, düğününde Peygamberimizi ve bazı sahabileri davet etti. Misafirlere hizmeti hanımı yapıyordu. Geceden, bir taş kabın içine hurma ıslatmıştı. Peygamberimiz yemeği bitirince, hurmaları ezdi, sulandırdı, şerbet yapıp misafirlere ikram etti. (Buhari, Nikâh, 77; Müslim, Eşribe, 86)
Bu hadisi zikreden hadis alimleri, fitneden emin olmak şartıyla bir kadın, kocasının misafirlerine hizmet edebileceği hükmünü çıkarırlar. (Aynî, Umdetü’l-Kâri, 20/164-165)