Ebu Talib’in vefatın üzerinden henüz üç gün geçmişti. Takvimler, 619 yılının Ramazan ayının yirminci gününü gösteriyordu. Allah Resûlü (s.a.s.), bugünlerde üç hüznü aynı anda yaşıyordu:
1. O güne kadar açıktan destek olmasına rağmen amcası Ebû Tâlib’in iman adına net bir adres bırakamadan gidişinin hüznü.
2. Mekkelilerin pervasız ve kuralsızca gelmelerinin, Ebû Tâlib’in yokluğunu fırsat bilerek gemi azıya almış olmalarının sıkıntısı.
3. Izdırap dolu günlerin yorduğu vefalı eşi Hazreti Hatice’nin hastalığından duyduğu üzüntü.
Allah Resûlü, kaç gündür çadırında hasta bıraktığı, ancak sağanak halde üzerine gelen bela ve musibetlerden dolayı yakından ilgilenemediği gözünün nûru Hazreti Hatice’nin yanına geldi. Hâl ve hatırını soracak, 25 yıldır teselli bulduğu bu çileli kadını teselli edecek ve gönlünü alıp acılarını dindirecekti.
Yanına kadar geldi ve usulca kapıyı aralayıp, o tatlılardan daha tatlı sesiyle:
- Allah’ın selâm ve bereketi üzerine olsun ey Hatice, dedi.
Bu tatlı sesi kapısında duyan annemiz, zorlansa da yatağından doğruldu. Habîbullah’ı görünce ne acısı kalmıştı ne de elemi. Her haliyle ders veren bu aziz kadının, yine gözlerinin içi gülüyordu. Ancak anlayan anlıyordu. Belli etmemeye çalışsa da hastalığının elemiyle iki büklüm olduğu her halinden belliydi. Yine de ıstırabını gizleyen bir ses tonuyla:
- Ve aleyke’s-selâm yâ Resûlallah, diye Efendimiz’e mukabelede bulundu.
Mukabelede bulunmuştu bulunmasına ama Allah Resûlü’nün gözüne ilişen manzara o kadar rikkatine dokunmuştu ki gözlerinin içi doldu. Zira dünün zengin ve uluslar arası ticaret yapan varlıklı kadını Hazreti Hatice, açlık ve hastalıktan bir deri bir kemik kalmış, ateşler içinde ve tir tir titriyordu.
Giderken bile O’nu düşünüyordu
Göz göze gelmişlerdi. Dil sükût etmiş, yine gözler konuşuyordu.
Dünya adına yolun sonuna geldiğinin farkındaydı. Bakışlarında, dünya kadar düşman karşısında Allah Resûlü’nü yalnız bırakacak olmanın endişeleri gizliydi. Bu nasıl bir muhabbetti ki giderken bile O’nu düşünüyordu.
Bu nasıl bir bağ, bu nasıl bir bağlanmaydı ki ölümü, ölüm ötesini unutmuş, bilerek ve isteyerek yolunu birleştirdiği Efendisi’nin başına geleceklerin derdine düşmüştü! Üstelik Ebû Tâlib de yoktu.
Sadece bakışların konuştuğu bu birkaç saniye içinde o kadar yoğun bir duygu alış verişi olmuştu ki Resûlullah da hislenmiş, giderken bile kendini düşünen biricik eşine hayranlıkla bakıyordu.
Hastalıkla inleyen Hz. Hatice’nin hali yürek yakıyordu. Mekke’nin en zengin kadınıyken bugün Hatice annemiz, açlık ve sıkıntı içinde iki büklüm, sürgün hayatının şartlarıyla boğuşarak gidiyor, geride kalanlara el sallıyordu.
Bir minnet duygusuyla yanına yaklaştı Allah Resûlü ve mübarek dudaklarından şu cümleler dökülmeye başladı:
- Aslında sen bunları yaşayacak bir kadın değildin ey Hatice. Sırf benimle beraber bu işe baş koyduğun için sen de bunlara katlanmak zorunda kaldın. Ancak Allah, her sıkıntı ve zorluğun arkasından, mutlaka pek çok hayır murâd etmiştir!” (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid 9/218)
Şartların yıprattığı annemiz için bu, dünyanın en büyük iltifatıydı; iliklerine kadar huzur yudumluyordu.
Resûlullah’ın bir de müjdesi vardı; Hazreti Hatice annemiz için bir adım sonrasının, Cennet olduğunu söylüyordu! (Buhâri, Menâkıb 80; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 12)
Bu arada başını, mübarek dizlerinin üzerine koymuştu. Eli ile Efendimiz’in elini tutuyordu. Resûlullah’ın altı çocuğunun annesiydi; ancak hakikatte o, aynı zamanda 25 yıldır bütün mü’minlerin annesiydi. Fakat dünya kulağıyla bunu duyamadan gidiyordu.
Derken, o nâzenîn ve nahif eli, Efendimiz’in mübarek elinden kayıverdi.
Unutulmayacak bir emanet!
Hira’daki vuslat Kadir Gecesi’nde başlamıştı ve o günden bu yana kadr ü kıymet bilen birisi olarak Hazreti Hatice’yi, Allah, yine bir Kadir Gecesi’nde huzuruna alıyordu.
Ruhunun ufkuna yürüdüğü gün, 65 yaşındaydı. Emanet olarak Resûlullah’a, bir Ümmü Gülsüm bir de Fâtıma’yı bırakmıştı.
Hazreti Hatice’nin vefatı, mü’min olan herkesi üzmüştü üzmesine ama kadere rıza da bir mü’min duruşuydu.
Onu, kendisinden sonra ilk müslüman olan kadın, Hz. Abbâs'ın hanımı Ümmü Fadl ile başından beri yanından ayrılmayan Ümmü Eymen yıkadılar.
Kazılan mezara Allah Resûlü, bizzat indi ve ebedî yurdun ilk kapısı olan kabrine onu kendi elleriyle yerleştirdi.
Kapatılan mezarın üzerine Resûlullah da toprak atıyor, ardından mübarek elleriyle bu toprağa şekil veriyordu.
Kendi elleriyle toprağa emanet ettiği oğulları Kâsım ve Abdullah’tan sonra Allah Resûlü, şimdi anneleri Hazreti Hatice’yi de aynı yere (cennetü’l-mualla’ya) emanet etmiş olarak yeniden Kâbe’ye dönüyordu.
Şu da bir gerçek ki Hazreti Hatice, Efendimiz için hiç unutulmayacak bir emanetti...
BİR SORU-BİR CEVAP
Allah’ın bizim namazımıza ihtiyacı mı var?
Soruyu bize Almanya’dan yazan “hicran” rumuzlu genç bir okurumuz sormuş.
Allah, insanın ibadetine de hiç bir şeye de muhtaç değildir elbette. Aksine insan ibadete muhtaçtır. Zira ibadet kişinin manevi yaralarına ilaç ve merhem hükmündedir.
Hastalığının tedavisi için doktora giden bir hasta düşünelim. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir doktorun kendisine çok yararlı ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara karşılık doktora:
- Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun? dese, bunun ne kadar anlamsız bir söz olduğunu herkes bilir.
Ruhumuzun gıdasıdır namaz
Çünkü doktorun örneğin,
- Şu vitaminleri ve şu antibiyotikleri günde beş defa kullanman gerekir, demesi, kapıdan çıkan hastaya ısrarla bunların önemini hatırlatması hastayı düşündüğünü gösterir.
Bu örnekte olduğu gibi manevî duygularımızın vitamini ve gıdası, gurur ve kibir, nefis ve şeytan gibi pek çok mikrobun antibiyotik ilaçları hükmünde olan namaza elbette insanın ihtiyacı vardır.
Secde olmadan insanın gurur ve kibri nasıl törpülenecek, nefis ve şeytan nasıl etkisiz hale gelecek, büyüklenmesi nasıl kırılacak?
Bütün bu kötü duygu ve eğilimlerin ilacı, namaz özelinde ibadettir...
ÖRNEK HAYATLAR
Bir Said değil, bin Said feda olsun!
Asrımızın büyük çilekeşlerinden Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri çile yüklü hayatını şu cümleleriyle özetler:
“Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket mahkemelerinde, memleket hapishanelerinde geçti. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne gönderildim. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım.”
Ancak onun bu sözlerinde bir başa kakma ve hâlinden şikâyet olduğu da anlaşılmamalıdır. Zira o, kendisine en olumsuz muameleyi yapanlara bile hakkını helâl ettiğini ilân erdemini de göstermiş ve, “Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere ve zindanlarda bana yer hazırlayanlara hakkımı helâl ettim.” diyerek benzeri sıkıntılara maruz kalmakla karşı karşıya gelenler için arkasında güzel bir yol bırakmıştır.
Gözümde ne cennet sevdası...
Başı yüce dağlar kadar yüksek ve dumanlı bu büyük çilekeşin, çektiği ıstırap ve amansız sıkıntıların verdiği bir ruh hâletiyle söylemiş olduğu, “Zaman oldu ki, hayattan bin ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said, topraklar altında çürümüş gitmişti.” ifadeleri, çekmiş olduğu çile ve ıstırabın derecesini göstermesi bakımından oldukça önemlidir.
Hayatını insanlığın mutluluğuna adayan ve “... Sonra ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu... Bir Said değil, bin Said feda olsun... Milletimin imanını selâmette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur. Milletimin imanını selâmette görmezsem Cennet’i de istemem. Orası da bana zindan olur...” diyecek kadar fedakâr, milleti adına yaşayıp onun için ıstırap çeken bu nur insan, hayatta iken yaşadıkları yetmiyormuş gibi belli ki mezarında da rahat bırakılmayacaktı…
TWİTTER : @aliihsandemirel