İlk iman eden erkeklerin birincisi.
Sadakatte, cesarette, cömertlikte, malını, varlığını Allah (celle celâlüh) yolunda feda etmede hayırda, yarışta hiç geçilmeyen ve geçilemeyecek bir öncü. Üç yıllık türlü meşakkatlere ve eziyetlere maruz kaldığı boykot döneminde... Açlıkta, yoklukta... Evinden çıktığında geri dönememe, eve geldiğinde dışarı çıkamama tehlikesi altındayken de...Uğradığı baskı ve zulüm nedeniyle doğup büyüdüğü yerini yurdunu terk etmede de…
Ve biricik kızı, pak validemiz Hz. Aişe’ye (r. anhâ) atılan çirkin iftira karşısında bile...Ve daha neler karşısında da sabır, metanet ve fedakârlığı…Mukaddes yolculukta ve Sevr’de Allah Resûlü’nün (sallallâhü aleyhi ve sellem) yanından ayrılmayan, O’na bir tehlike gelir diye pür dikkat teyakkuzda oluşu üzerine Allahü Teâlâ’nın vahyiyle Kur’an-ı Kerim’de doğrudan işaret edilen "iki kişiden ikinci".
Bedir’de, Uhud’da, Hendek'te, Hayber'de, Tebük'te ve diğer tüm savaş ve gazve meydanlarında Efendimize (sallallâhü aleyhi ve sellem) siper olan cesur bir savunucu. Hz. Peygamber’in (sallallâhü aleyhi ve sellem), " Benden sonra peygamber gelecek olsaydı, o (Ebû Bekir) olurdu.” hitabıyla şerefyab olmuş bir inci. Başta kader-i İlâhî’nin sevki, Efendimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) işaret ve beşareti, sonra ümmetin en seçkinlerinin (ashab-ı kiram) icmâı ile Raşid Halifelerin birincisi.
Onun, diğer yıldızların en önüne geçerek Kutup Yıldızı olmasına, "Sıddık" ünvanı almasına ve daha yaşarken cennetle müjdelenmesine vesile olmuştu. Bu büyük payeye belki herkes ulaşmak ister. İhtimal çokları da bazen hayâlen kendini o kutlu insanların yerine koyar, gıpta ile bakarak “Keşke ben de o zamanda yaşasaydın ve onların yerinde veya onlarla olsaydım.” der…
Hattâ Millî Şairimiz merhum Âkif,
"Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm,
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu.
Gül devrini bilseydim onun , bülbül olurdum;
Ya Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?" der ve inler.
Şairin bu gönülden çağlayan yakarışını belki çokları da aklından geçirir, bazen olur ki hayâlen asr-ı saadete gider ve Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile beraber olmayı, Onun cennet kokan kokusunu duymayı,
Vahyin manevî esintisini hissetmeyi,Gökyüzünden akın akın inen meleklerin kanat seslerini işitmeyi, Rabb’in (celle celâlüh), ”Radiyallâhu anhüm ve radû anh.” (Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı) hitabına mazhar olmayı isterdi. Ancak bu mazhariyet elbette ki önce Rabb-i Rahîm’in (celle celâlüh) lütfu, inayeti ve dilemesiyle olacaktır. Bunu celb edecek olan da kulun azmi ve gayretidir. Yoksa belki çoklarının bildiği bu hadiseleri sadece anlatmak ve yazmak değil mesele. Asıl mesele, mekâna ve zamana bağlı kalmadan Kur'an hakikatlerini ve Efendimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) mukaddes emanetini (davasını) hayatın tüm ünitelerine taşıyarak ve yaşayarak tatbik etmektir.
Elbette Asr-ı Saadet’te yaşamanın, hele ki Efendiler Efendisinin (sallallâhü aleyhi ve sellem) neş’et ettiği ortamda bulunmanın ve onunla olmanın kıymeti, ifade edilemeyecek kadar büyüktür. Ancak mesele sadece bununla bitecek değildir. Orada olup da Efendiler Efendisinin (sallallâhü aleyhi ve sellem) iklimine girmeyen,Güneşin her gün capcanlı aydırlığına rağmen, kendi gözünü kapattığı için her yeri de kapkaranlık zannederek ahiretini karartan insanlar da az değildi. Bu itibarla esas olan sadece o zamanda yaşamak değil, her nerede ve ne zaman olursa olsun Hz. Ebû Bekirce (r.a) yaşamaktır. Bulunduğu coğrafyada tek başına bile kalsa imanından, sırât-ı müstakîmde müstakîm duruşundan zerre kadar taviz vermeme...
Bütün dünya tüm gücü ve kuvvetiyle üzerine gelse; Hz. Ebû Bekir’in ve onun gibi ilklerin muhatap oldukları "Sen deli misin, divane misin? Bu Kur’an ancak (hâşâ) Muhammed’in uydurduğu bir sözdür, şiirdir. Muhammed bir sihirbazdır, büyücüdür; seni de kandırmış, büyülemiş, beynini yıkamış… Gel, atalarının dinine ihanet etme; yoksa seni de işkenceden geçiririz, onunla beraber ya süreriz ya da öldürürüz.” tehditlerine muhatap olsa dahi hak bildiği yoldan dönmeme ve Hakk (celle celâlüh) yolunda hizmet ve azimetten bir adım dahi geri atmama...
Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile can yoldaşının, birlikte çıktıkları mukaddes yolculukta, yanlarında kendilerini koruyacak adamları ya da silahları vs. olmadığı hâlde bile menzile ulaşma noktasında onlar gibi azimli ve kararlı olup, ”Korkma! Allah bizimle beraberdir.” tevekkül ve itmi’nanı ile Allah’ın (celle celâlüh) her daim kendisiyle olduğunu hatırdan bir an bile çıkarmama... Yolunun doğruluğundan asla şüpheye düşmeme; münafıkların ürettiği türlü yalan, iftira ve tezvirata zerre itibar etmeme, kurdukları tuzaklara düşmeme ve yolundan şaşmama...Her türlü zorlukta, meşakkatte dimdik durarak sarsılmama...
İlimde, ibadette, takvada, sadakatte, cömertlikte, cesarette, mücahedede, sulhta, basirette, ferasette, iyilik ve hayırda yarışta hep önden giden atlı olmada,Ücret ve mükâfat söz konusu olduğunda ise hep en geride durmada,Velhasıl, Allahü Teâlâ’ya bağlılık, itaat ve muhabbette ve Resûl-ü Kibriyâ Efendimize (sallallâhü aleyhi ve sellem) sadık yârân olmada Hz. Ebû Bekirce bir hayat yaşayabilme gayretinde olma, Allahü Teâlâ’nın rahmet, nusret, inayet ve muhabbetini celb edecek ve gökteki yıldızlardan da öte, ulaşılmayacak zirvelere yükselten en büyük vesile olacaktır.
Vesselam..