Hocaefendi'nin Kur’an yazısına devamla:
“Kur’an, ziya olup varlığın çehresine yağacağı güne kadar, her yanıyla ayrı bir renk, desen ve âhenk meşheri olan şu koca kainat bir gulyabanîler ülkesi; her satırı, Mele-i Âlâ’nın farklı bir sırrına sadef sayılan bu varlık kitabı da bir kısım evrak-ı perişandan ibaretti. Kur’an bir güneş gibi doğunca –hiç olmazsa olumsuz ön yargıları olmayanların nazarında – o güne kadar bütün ufukları karartan küme küme bulutlar dağılıp gitti ve varlığın o güzellerden güzel endamı ortaya çıktı; çıktı ve bütün eşya, okunup zevk alınan bir kitabın, paragraf cümle ve kelimelerine dönüştü. O’nun sesinin duyulmasıyla gönül gözlerine nurlar indi… ve ruhlarda köpüren duygular da, o duygulara tercüman olan diller de, ışık türküleri söylemeye başladı.
Bu farklı izah hususunda Bediüzzaman Hazretleri şöyle bir misal veriyor:
“Hatta bir adam ‘Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ı tenzih ve tesbih ederek ‘Sübhânallah’ der. (Hadid Suresi, 57/1) âyetini okudu. Dedi: ‘Bunun harika telâkki edilen belâğatını göremiyorum.’ Ona denildi. ‘Sen de bu seyyah gibi o zamana (Kur’an inmeden önceki câhiliyet asrına) git, orada dinle.’ O da kendini Kur’an’dan evvel orada hayalinde canlandırırken, gördü ki; kâinattaki varlıklar, perişan (sahipsiz, kimsesiz) karanlık, câmid, şuursuz, vazifesiz olarak, boş, hadsiz, hudutsuz bir fezada kararsız, fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur’an’ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet kainat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı, ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedi ferman asırlar sıralarında dizilen (insan, melek, cin ve ruhanî gibi) şuur sahibi varlıklara ders verip gösteriyor ki, bu kainat büyük bir cami hükmünde, başta gökler ve arz olarak bütün mahlukatı hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruş mesûdâne ve memnûnâne bir vaziyette bulunduruyor, diye müşâhade etti ve bu âyetin belâğatının derecesini zevk ederek diğer âyetleri buna kıyasla Kur’an’ın belâğatının nağme ve zemzemesi dünyanın yarısını, insanların da beşte birini istila ederek, saltanatının haşmeti tam bir saygı ve hürmetle on dört asır hiç ara vermeden devam etmesinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.” (Yirmi Beşinci Söz. Birinci Zeyl, Üçüncü Nokta)
Hocaefendi devamla: “Gözlerin, gönüllerin Kur’an ile aydınlandığı günden itibaren, kâinat ile alâkalı nice bin seneden beri çözüm bekleyen BİLMECELER, İÇ İÇE PROBLEMLER, birer birer çözülür hâle geldi ve İnsan-Varlık- YARATICI münasebeti ayın on dördü gibi ortaya çıktı derken, bütün muammalar mânâ urbaları giyerek hikmet yörüngelerine oturdular.”
Evet, “Nereden geldik? Niçin geldik? Nereye gidiyoruz? Bizi getiren kim? Vasıfları nelerdir? Kainatın ve insanın ilk yaratılışı nasıl olmuştur? Vazifelerimiz nelerdir? Bizi yaratıp bu imtihan meydana getiren Zatın bizi yaratma hikmeti nedir? Hoşnutluğu ne yöndedir. Gelecek ebedî hayatta neler olacaktır?” gibi yüzlerce sorunun cevabı Kur’an’da bulunmaktadır…
Hocaefendi devamla: “Sağlam bilgi ve sağlam düşüncenin başı Kur’an, doğru ifadenin, mantıkî beyanın esası da yine Kur’an’dır. O’nun ilk şanlı muhatabı, bütün peygamberlerin Efendisi, o şanlı Furkan da bütün semavî, gayr-i semavî kitapların Sultanıdır… Önceki kitaplar O’nun gelip geçeceği yollara işaretler koymak veya bayraklar dikmek için gelmişlerdir; sonrakiler de –biraz kendi ruhlarının desenine göre – O’na şerh, hâşiye ve dipnot düşmek için… Eskiler, misâlî fotoğraflarında, yeniler de, O’nun vucûdî resimlerinde, meydana getirdiği büyük bir tesir ve inkılâblarda O’nu görmüş, O’nu tanımış ve O’na SÖZ SULTANI diyerek saygıyla dillerini yutmuş ve karşısında el pençe divan durmuşlardır. Kur’an değişik dalga boyundaki ışık ve renklerini yeryüzüne salarken, kadirşinas ruhlar da gözlerini O’ndan hiç ayırmamış ve bütün gönülleriyle ona yönelmişlerdir… Evet O, bir çağlayan gibi göklerden gönüllere boşalırken, hüşyar (uyanık) sîneler de bağırlarını O’na açıp, damlasını bile zayi etmemeye çalışmışlardır.”
Her bir âyetinin on iki mânâ tabakası vardır: “Her bir ayetin: Zahrı (sarih, açık), batnı (bâtınî), haddi (kapsamı) ve muttala’ı (mâna çerçevesi) vardır. (Bu dört mânâ tabakasından) her birinin de füruâtı (detayları) işaretleri, dalları vardır.” (Taberânî)
Üstad Bediüzzaman Hazreti bu hadis-i şerifin işareti üzerine diyor ki: “Kur’anî lâfızlar, öyle bir bir tarzda vaz’edilmiş ki, her bir kelâmın, hatta her bir kelimenin hatta her bir harfin, hatta bazan bir sukûtun çok vecihleri bulunuyor. Her bir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.” (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, İkinci Şua, Birinci Lem’a)
“İnsan iradesini ve sıradan tasavvurunu âciz bırakan kelâmın yüksek tabakası şudur ki: İç içe girmiş zincirleme maksatların birden fazla oluşu ve silsile halinde birbirine bağlı isteklerin her bir neticeyi doğuran asılların bir araya gelişi ve her birinin ayrı ayrı meyve veren pek çok dalların bu kökten çıkmasına yani bu ifadeden istinbat edilip çıkarılmasına kabiliyet göstermesi veya bütün bunları içinde barındırmasıyla. Şöyle ki: Maksadların maksadı olan en uzak ve yüksek maksadın hedefinden ayrılıp gelmekte olan maksatlar birbirine bağlı ve birbirinin eksikliğini tamamlamak ve komşuluk hakkını elde etmekle kelâma genişlik ve azamet verir. Güya birini vaz etmekle ötekini ve diğerini ve başkasını vaz’ eder. Sağ ve solda ve her cihetin nisbetini gözetmekle birden o maksatları, kelâmın sağlam binasının köşküne yerleştirir. Güya çok akılları kendi aklına yardım etmek için istiâre edip emânet almış, hizmet ettiriyor. Sanki bütün maksatların hepsinde herbir maksat iç içe girmiş resim tasvirlerinden ortak bir parçadır. (İÇ İÇE GİRMİŞ RESİMLERDE, mâhirane konulmuş bir noktanın; resimlerden birisinin ağzı, birisinin gözü, bir değerinin kulak deliği, öbürünün burun deliği, bir başkasının da yüzünün beni olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim âyetlerindeki kelimeler de çok hakikatların çekirdeği oluverir. İlahî kudretle kabuğunu, hatta saksısını çatlatan çekirdek; ve mevsim be mevsim çiçek açıp meyve veren ağaç gibi, İlahî Kelâm da, YEDİ VERENLERİ çok geride bırakarak, çok ince ve derin mânâları, kelimelerinin içinde saklar saklar da yer yer, zaman zaman, hikmet ve sırları anlamaya iştiyaklı gönüllere açılıverir. “O kelime-i tayyibe, kökü yerin derinliklerde sâbit, dal ve budağı ise semada olan hoş ve güzel bir ağaca benzer. O güzel ağaç ise, Rabbisinin izniyle herbir vakitte meyvesini verir.’ (14/24-25) (Muhakemat, Unsur-u Belağat, Dokuzuncu Mesele)
“Bil ki, temsille ilgili bu âyetlerin her birisinde çeşitli tabakalar, mertebeler ve suretler vardır. Her biri her bir parçasıyla bir kısım hakikatleri tekeffül ve tazammun eder. Nasıl ki, sen gümüş şişeler alsan, onları altın yaldız ile yaldızlasan, sonra mücevheratla nakışlasan, ardından elektirikle aydınlatsan o şişelerde kat kat güzellikler ve çeşit çeşit ziynetler görürsün. Onun gibi bu âyetlerin her birinde asıl maksat tarafından temsilî üslûba doğru işaretler yapılmış, bir kısım makamlara bazı remizler uzanmıştır. Sanki asıl maksat çeşitli mertebeleri üzerinde yuvarlanmış ve her birinden bir renk ve hisse almıştır. Böylece bu kelimeler cevâmiu’l-kelîm türünden olmuştur.” (İşârâtü’l-İ’caz Tefsiri)