Süreyya Yayınları’nın neşrettiği “Siyah ve Beyaz” kitabını okudum. Yazar Yusuf Mehmet A. Bey, bu süreçte başından geçenleri anlatıyor. 55 başlıktan meydana gelen bu eserin bazı başlıkları şöyle:
Düşürme Omuzlarını Kral
İsim Ver Kurtul
Cânî Abi
Kabullen
Neylerse Güzel Eyler
Arınma Odası
Berber Yok Kasap Verelim
Dr. Var, Tedavî Yok
Balayında Cezaevine Düşmek
Dua etmeyi Öğreniyoruz
Öğrenmenin Yaşı Yok
Çirkin Kızılderili Bilge
Kerbela’da Su İçilmez
Namaza Ayarlı Yaşamak
Sevinmek de Yasak
Yusuf Suresi
Ya Namazda ya Boğazda
On Dakikada On Dört Gün
Taştan Katı
Kabağın Sahibi
Beşinci Boyut
Kitaptan bazı bölümler aktaralım: “Ailem, kendileri bana nasihat ettiler. Sâkin olmamı, endişe etmememi, serbest bırakılacağımı, ama serbest bırakılsam da, bırakılmasam da hep yanımda olacaklarını, beni çok sevdiklerini söylediler. Benimse elim ayağım birbirine dolaşmış, dilim tutulmuştu. Gözlerine baktım, üçünün de alınlarından öptüm. Sizi çok seviyorum, dedim ve savcının odasına yöneldim.
Böyle güzel bir aileye sahip olduğum için bir yandan şükrediyor, diğer yandan da ifadeyi verdikten sonrasını merak ediyordum. İtiraf etmeliyim ki, eşim, oğlum ve kardeşim benden daha metanetliydiler. Oğlum koşarak tekrar yanıma geldi, bana sarıldı ve ‘düşürme omuzlarını kral!’ dedi. Bunu da hallederiz.!”
Bu sözleri duyunca, kamburumu düzelttim göğsümü ileri ittim, karnımı içeri çektim, derin bir nefes aldım ve ‘Düğümü kim bağladıysa o çözer. Belâ Allah’tandır. Öyleyse!..’ Evet, öyleyse tasalanmaya gerek yok. Haydi ifademi alın ve ne yapacaksanız yapın.’ dedim.”
“Bir süvari atına binmiş gidiyordu. Uyumakta olan bir adamın ağzına bir yılanın girmekte olduğunu fark etti. Yılana mâni olmak için atını hızlıca sürdü, fakat yetişemedi. Yılan uyuyan adamın ağzına kaçmıştı. Süvari uyuyan adamı uyandırdı. Sırtına birkaç kırbaç vurarak ağaçlara doğru adamı kovaladı. Ağaçların altında çürük elmalar vardı. Süvari, adamı onarı yemesi için zorladı. Adam yememek için direndi, yalvardı, yakardı. Fakat nâfile, süvarî adamın üstüne hücum ederek, elmaları ona zorla yedirdi; sonra atıyla peşine düşerek adamı kovalamaya başladı. Adam güneşin sıcağı altında bir taraftan koşuyor, bir taraftan da süvâriye beddualar ediyordu. Nihayet yoruldu ve yere yığıldı. Midesi bulandı ve oturduğu yerde yerdiklerini çıkarmaya başladı. Çıkardıkları arasında küçük, siyah yılanı görünce bu işin sebebini ve süvarinin kendisine düşman değil, dost olduğunu anladı. Yaptığı beddualardan pişman olarak ona dualar etmeye başladı.” (Mesnevi, Mevlâna)
“Bir derviş berbere gelip ‘Vur usturaya berber efendi’ der. Tam bu sırada bıçkın mı bıçkın bir kabadayı içeri girer ve doğruca dervişin yanına gider ve kafasına okkalı bir tokat atarak ‘Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım’ diye kükrer. Koltuğa oturan kabadayı küstahça, ‘Kabak aşağı, kabak yukarı’ diye hakaret eder. Kabadayı tıraştan sonra dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanan bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. İki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir, kabadayının karnına saplanır ve hemen oracıkta yığılıp kalır. Berber dervişe bakar ve ‘Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?’ der. Derviş mahzun ‘Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helâl etmiştim. Gel gör ki, bu kabağın bir de sahibi var. O, gücenmiş olmalı!..’ diye cevap verir…”
Bu mazlum ve mağdur kalem de bütün mağdur ve mazlumlar adına benzer durumları ve değerlendirmeleri yapmaktadır.