İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine vâsıl olasınız.” (Bakara Suresi, 2/21) âyetinde Üstad Hazretleri ibadet konusunu ele alırken, ibadetin, dünya ve âhiret saadetlerine ve bunlarla ilgili işleri tanzime vesile ve sebep oluşunu izahta birinci maddede özetle şöyle diyor:
“İnsan, bütün hayvanlardan seçkin ve müstesnâ olarak, acîp ve lâtif bir mizaçla yaratılmıştır. O yaratılış yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller ve arzular meydana gelmiştir. Mesela, insan herşeyin en seçkinini, insana lâyık olanlarını ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder insanlığa lâyık bir geçim ve şerefle yaşamak ister. Şu meyillerin gereği olarak, yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarını istediği gibi güzel bir şekilde elde etmek için çok sanatlara ihtiyacı vardır. (Hem terzi, hem berber, hem doktor, hem mühendis, hem fırıncı, hem eczacı olmak gibi…) Tek başına o sanatlara vukufu ve onlarda mahareti olmadığından onları bilen diğer insanlarla ortak çalışmaya mecbur olur ki, her birisi çalışmalarının semeresi ile, arkadaşına mübadele (değiştirme) suretiyle yardımda bulunsan ve bu sayede ihtiyaçlarını seviyelerine göre temin edebilsinler. Fakat insandaki şehevî, gazabî ve aklî kuvve Cenab-ı Hak tarafından sınırlandırılmadığından (insanlar akıl, zeka, güç, kuvvet yönünden farklı farklı olduklarından) ve insanın iradesiyle terakkisini temin etmek için bu kuvve ve güçler serbest bırakıldığından, muamelelerde zulüm ve tecavüzler meydana gelir (güçlüler zayıfları ezer, haklarını ellerinden alır, kurnazlar ve cerbezeler diğerlerini kandırıp haksızlıklara sürüklerler). İşte bu adaletsizlik ve tecavüzleri önlemek için insan toplumu, adâlete muhtaçtır. Lâkin her ferdin aklı adâlete idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak KANUN şeklinde olur. Öyle bir kanun da ancak (yarattıklarının her hallerini bilen) Allah’ın koyduğu esas ve prensipler olur. Sonra o kanunları koyan Cenab-ı Hakkın emirlerine ve yasaklarına itaatı ve inkıyadı kurup temin etmek için, O’nun azametini (her an her yaptığımızdan haberdar olup haddini aşanlara cezasının şiddetli olduğunu) zihinlerde tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Bu tesbit de ancak imanî hükümlerin tecellileriyle olur. İmanî hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi, ancak tekrar ile yenilenip duran İBADET ile olur.”
(Bu arada bir hatıramı naklederek İşârâtü’l-İ’caz’dan naklettiğim bu bölümü bilmemin beni senenin başında zayıf almaktan nasıl kurtardığını da anlatmış olayım. İmam-Hatip'te okurken bir de “Kanun Dersi”miz vardı. Ayrı bir kitabı vardı, sadece Milli Eğitime bağlı kitap evlerinde satılıyordu. Biz yatılı olduğumuz için ancak tatil günlerinde oradan alabilme imkanımız vardı. Derse giren Orhan Bey ile fikir ayrılığından dolayı çok tartıştığımız için garazından dolayı kitap almadığım gerekçesiyle senenin hemen başında beni tahtaya kaldırıp, “Kanuna niye ihtiyaç vardır?” diye henüz daha işlemediğimiz bir konudan sözlü yapmak ve aslında zayıf not vermek istedi. Ben de o günlerde İşârâtü’l-İ’cazı çok okuyordum. Aynen burada anlatılanları tekrarlayınca Orhan Bey şaşırıp kaldı. Çünkü daha sonra kitabı alınca karşılaştırdım, kanuna niye ihtiyaç olduğunu kitap bu kadar geniş ve güzel anlatamıyordu. Zayıf almaktan kurtulmuştum. İyi bir not da vermedi sadece “Haydi bakalım… Neyse… Şimdi not vermeyelim, bakalım.” demekle yetindi. Tabii ben zayıf almadığıma seviniyordum.)
Üstad Hazretleri, Münazarat’ta şevki kıran dördüncü engeli anlatırken; insanın tabiatı ve fıtratı icabı, tek başına insanlığa lâyık ve uygun bir şekilde yaşayamayacağı gerçeğini söyleyerek, toplum içinde kendi hak ve hukukunu da düşünmek ve korumak mecburiyetinden ister-istemez kendisini ön plana almak ve şahsını öne çıkarıp önem vermek açısından bir kaymanın olabileceğini şöyle ifade ediyor: “Sonra da, tabiatı ve fıtratı icabı medenî olup toplu yaşamaya mecbur olan ve diğer insanların hak ve hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef bulunan insanın emellerini dağıtan, infiradî düşünce ve şahsî tasavvur, karşı çıkar.”
Bilhassa hizmette böyle bir şey cemaat içinde ŞEVK KIRICI bir husus olur. Çünkü, ihlas, sadakat, candan samimiyet ve tam bir dayanışma üzerine kurulmuş, adanmışlık ve beklentisizlik hizmetinde böyle şahsını düşünmeler, istişaresiz infiradî kararlar ve icraatlar, zihinleri bulandırır, gönülleri karartır… Ama bir yandan da imtihan için yaratılmış olan insanın, içinde, toplum içinde haklarını arama, kendisini de koruma duygusu da vardır. Milimi milimine tam isabetli hareket etmesi, şaşmaz bir adalet duygusu içinde ne kendisine ne de topluma haksızlık yapmadan iş yapması da çok zordur. Daha başka bir şey gerekir ki, kendi haklarından vazgeçerken onların yerini hem de fazlasıyla dolduracak başka güzellikler olsun… Burada işte, imanlı fazilet, Allah’ın rızasını kazanmak, makamların en yücesi rıza makamına yükselmek hususlar insanın kaybettiklerinin daha doğru kendi isteğiyle feda ettiklerini yerini hayli hayli çok çok fazlasıyla doldurur. Onun için Üstad Hazretleri şöyle diyor: “İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olan kimsedir.’ Yüce himmet prensibini kendinize mal edip, tabiatınızın bir yanı haline getirerek işte bu güzel duygu ve anlayışı bir mücahid gibi, o infiradi anlayış ve şahsî tasavvura karşı savaşa çıkarın.” Yoksa, kim daha iyi ameller yapacak diye imtihan için içimize yerleştirilmiş bazı duyguların esiri olabiliriz. Hatta muzır madenler gibi iç âleminizde kaynayan zararlı patlamaların önünü alamayız.
Üstad, insan fıtratını en doğru teşhislerle ortaya koyduktan sonra âyet ve hadislerden mülhem çâre ve ilaçları da söyleyerek doğru ve isabetli hareket etmenin imkanlarını bizlere sunuyor. Allah, ebediyyen râzı olsun…