“Allah bize yeter, O ne güzel Veildir.” (Âl-i İmran Suresi, 3/173) âyetinin tefsirinde Dördüncü Şua’nın Üçüncü Mertebesinde Cenab-ı Hakkın bize ihsan ettiği vücud nimeti ve ona bağlı, duyu, duygu, lâtife ve cihazlar; bunların veriliş hikmetleri üzerinde durulmuştu. Konunun devamında diğer nimetler üzerinde duran Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Hem İNSÂNİYETİ verdi. O insaniyet ile o vücut nimeti, manevî ve maddî âlemlerde inkişaf ederek insana mahsus duygularla o geniş sofralardan istifade yolunu açtı. Hem İSLÂMİYETİ bana ihsan etti. O İslamiyet ile, o vücut nimeti, gayb ve şehadet âlemi kadar genişlendi. Hem tahkiki îmanı, nimet olarak verdi. O iman ile o vücud nimeti, dünya ve âhireti içine aldı. Hem o imanda marifet ve muhabbetini verdi. O marifet ve muhabbetle, o vücut nimeti içinde mümkinat dairesinden, âlem-i vücuba ve İlahî isimler dairesine kadar hamd ve senâ ile istifade için ellerini uzatabilir bir mertebe ihsan etti. Hem hususî olarak Kur’anî bir ilim ve îmanî hikmet verdi. Ve o ihsanı ile çok mahlûkat üstünde bir üstünlük verdi…”
Vücud (varlık) her zaman ademden (yokluktan) üstündür. Çünkü bütün güzellikler, hayırlar, mükemmeliyetler vücud ile ortaya çıkar görünür. Bütün çirkinliklerin ve kötülüklerin esası da ademdir (yokluktur). Onun için Cenab-ı Hakkın bizi yoklukta bırakmayıp varlık âlemine getirmesi bir lütuftur ve ihsandır. Bunun üzerine maddi-manevî duygularla donatılmış bir hayat bahşetmesi, arkasından akıl, vicdan, sır, hafî ve ahfa gibi lütuflarla donatması, sonra dünya ve âhiretin hakikatlarından gerçek mânada haberdar eden İslamiyete mazhar etmesi, sonra tahkîkî iman ile ayrı bir lütfa mazhar kılması, sonra marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanî ile taltif etmesi müthiş birer iltifat ve mazhariyettir. Bütün bunları veren Allah, bize yeter, O, ne güzel Vekildir. Ayrıca:
“Daha önce geçen noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir CÂMİYET vermiş ki, Ehâdiyetine ve Samediyetine tam bir AYNA… Ve küllî ve kudsî Rubûbiyetine geniş ve küllî bir UBÛDiYET ile mukabele edebilen bir İSTİDAT vermiş… Ve Peygamberlerle insanlara gönderdiği bütün Mukaddes Kitapların, Suhufların ve Fermanların İCMÂ’ı ile ve bütün Peygamberlerin, Evliyaların ve Asfiyâların İTTİFAK’ı ile, bu bendeki bulunan emâneti, hediyesi ve atiyyesi olan VÜCUMU’u, HAYATIM’ı ve NEFSİM’i, ‘Allah, karşılık olarak Cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.’ (Tevbe Suresi, (9/111) Kur’an Âyetinin kesin ve açık ifadesiyle, benden SATIN ALIYOR. Tâ ki, elimde faydasız zâyi olmasın ve iâde etmek üzere muhafaza edip satmak pahasına ebedî saadeti ve Cenneti vereceğini kati bir surette çok tekrar ile vaad ve ahdettiğini yakînî ilim ve tam iman ile anladım.
“Ve böyle hadsiz hayvanat ve nebâtatın yüz binler nevilerinin ve çeşitlerinin suretlerini FETTAH ismiyle, mahdut ve birbirine benzeyen su damlalarından ve habbelerden gayet kolay, çabuk ve mükemmel açan… Ve insana daha önce beyan ettiğimiz gibi, hayret verici bu kadar ehemmiyet veren ve rubûbiyetin ehemmiyetli işlerine vesile yapan bir Zât-ı Zülcemâl ve’l-ikram olan Rabbim var olduğunu ve gelecek baharın icadı gibi kolay, kati ve muhakkak bir surette haşri (öldükten sonra dirilmeyi, mahşeri) icad edeceğini ve cenneti ihsan edip ebedî saadeti yaratacağını bu HASBÜNALLAHÜ VE Nİ’ME’L-VEKİL âyetinden ders aldım. Elimden gelseydi fiilen, gelmediği için de niyetimle, tasavvurumla, hayâlimle bütün mahlûkatın dilleriyle HASBÜNALLAHÜ VE Nİ’ME’L-VEKİL dedim ve ebede’l-âbidin daima tekrar etmek istiyorum.”
Üstad Hazretleri bundan sonra “Dördüncü Mertebe”ye geçiyor…
“Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar bir gaflet zamanıma rast gelip –şiddetli alâkladar ve meftun olduğum vücudum, belki mahlûkatın vücudları ademe (yokluğa) gidiyor diye -elîm bir endişe verirken yine Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettim. Dedi: ‘Mânâma dikkat et ve iman dürbünüyle bak!’ Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun aynası ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymettar bâkî, müteaddit vücudları meyve veren bir hikmet kelimesi hükmünde bulunduğu… Ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar kıymettar olduğunu ilme’l-yakîn ile bildim. Çünkü iman şuuru ile bu vücudum Vâcib’ül-Vücud (Yani varlığı zarurî olan Cenab-ı Hakkın) eseri, sanatı ve tecellisi olduğunu anlamakla, vahşi evhâmın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz ayrılık ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudâta, bilhassa canlı varlıklara taalluk eden fiillerde, Cenab-ı Hakkın Güzel İsimleri adedince kardeşlik râbıtalarıyla münasebet peyda ettiğim bütün sevdiğim mevcudâta, muvakkat bir ayrılık içinde dâimî bir visâl var olduğunu bildim. Malûmdur ki, karyeleri, çehirleri ve memleketleri veya tabur ve kumandanları ve üstadları gibi râbıtaları bir olan adamlar, sevimli bir kardeşlik ve dostane bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi râbıtalardan mahrum olanlar daimi, elim karanlıklar içinde azap çekiyorlar. Hem bir ağacın meyveleri, şuurları olsa, birbirinin kardeşi ve birbirinin bedeli, musahibi ve nâzırı olduklarını hissederler. Eğer ağaç olmazsa veya ondan koparılsa, her biri o meyveler adedince ayrılıkları hissedecek.”
İmanî şuur bizleri, merci ve masîr olan Allah’a bağlıyor. Zaten her şey onun sanatı ve mahluku olduğu için ona bağlı… Böylece Cenab-ı Hakla irtibattan dolayı herşeyle irtibatı sağlamış oluyoruz. Âdeta kainat genişliğinde manevî bir vücuda sahip oluyoruz. Böyle imanî bir râbıta olmadığı takdirde, insanlar her şeyden kopmuş, tek başına yokluğa ve hiçliğe giden birer zavallılardan ibaret kalıyorlar… Biçâre kopuklar durumuna düşmeden, imanî şuurla Üstad Hazretleri gibi 500 defa “Hasbünallahü Ve ni’me’l-Vekil” diyerek Allah’a sığınıp dua ettiği gibi biz de bu âyetin nuru, şifası ve kuvvetiyle her türlü sıkıntı ve dertlerimize çare bulmaya çalışmalıyız.