Kalem Suresinin 4. yeti, Efendimizin (S.A.S.) Yaratılış ve huyunun, en azîmi (muazzamı ve muhteşemi, en yücesi) üzere olduğunu ifade ediyor. Bu hakikatı, Bediüzzaman Hazretleri “Şuaât-ı Marifet-i Nebî” isimli eserinde izah ediyor:
Peygamberimizin (S.A.S.) bir başka mucize ciheti de yaradılış itibariyle harika oluşudur. Zira bütün güzel ahlâklar kendisinde toplanmıştır. Güzel ahlaklar gerçi birbirine zıt değildir. Ama bir kimsede galip olma bakımından bazıları bazılarıyla çekişirler. Bir kısmı son derece gelişse, öbürleri zayıflar. Mesela: Son derece halim-selim yumuşak olan, son derece cesur olamaz. Son derece tutumlu olup iktisada riayet eden kimse, son derece cömert olamaz. Mükemmel bir ilim adamı, mükemmel bir komutan olamaz. Çünkü ilim adamı düşüne taşına, tecrübe ede ede neticeye ulaşır. Halbuki savaş sırasında, tereddüt zikzakları içinde kararsızlıktan askerin cesaretini kırıp, moralini bozmaktansa, yanlış dahi olsa, zamanında ânî karar vermek daha iyidir.
Peygamber Efendimiz (S.A.S.) o kadar yumuşak o kadar şefkatliydi ki, kendisine ve yakınlarına canavarca davrananları, bütün gücün ve imkânların eline geçtiği bir anda affediverdi. Halbuki harplerde tek başına –Huneyn’de olduğu gibi - herkesin döndüğü anda düşman üzerine yürüdü. Hz. Ali gibi cengaver yiğitler, sıkıştıkları zaman O’nun (S.A.S.) arkasına sığındıklarını ifade ediyorlar.
Efendimiz (S.A.S.) son derece cömertti. Yanında bir şey bırakmayıncaya kadar muhtaçlara dağıtırdı. Eğer altın-gümüş namına muhtaçlara ulaştırmadığı bir şeyler yanında kalırsa sabahı zor ederdi. Ebu Serve Ukbe b. El-Haris (r.a.) şöyle anlatıyor. ‘Medine-î Münevvere’de Hz. Peygamber Aleyhisselamın arkasında ikindi namazını kıldım. Selam verdi, sonra acele kalktı, halkın omuzlarından atlayarak zevcelerinden birisinin hücresine gitti. Cemaat, Hz. Peygamber Aleyhisselamın acele etmesinden telaşa düşmüştü. Resul-ü Ekrem (S.A.S.) hemen cemaatin yanına geldi ve acele ettiği için şaştıklarını gördü ve şöyle dedi: ‘Evimizde bir mikdar altın-gümüş parçaları vardı, onu hatırladım; beni Allah’a teveccühten alıkoyar diye korktum da dağıtılmasını emrettim.’ Bu hususta Buharî’nin rivâyeti şöyle: ‘Sadaka malından evde bir parça altın ve gümüş bırakmıştım; onların, geceleyin evde kalmalarını hoş görmedim.”
Bir başka rivayette ise, Efendimiz (S.A.S.) : “Uhud dağı altın olarak elimde bulunsaydı, borçlarım için ayırdıklarımın dışında hepsini de üç günden fazla bekletmeden dağıtmak hoşuma giderdi.’ buyuruyorlar.
Efendimiz (S.A.S.) bu derece cömertliği yanı sıra, israf ettiği ise hiç görülmemiştir. İslâmiyetin gâlip geldiği, hazinelerin dolup taştığı zamanlar bile israfa benzer hiçbir haline rastlanmamıştır. Hatta hurma liflerinden örülmüş kuru bir hasırın üzerinde uyuduktan sonra yüzünde meydana gelen izleri görünce Hz. Ömer (r.a.) üzüntüsünden ağlayarak, Kayser ve Kisraların şahane yaşayışlarını ileri sürüp eldeki imkânlarla bir şeyler hazırlamayı teklif etmiş ise de kabul etmemiştir.
İlim dünyası açısından, ilim ve fennin yeni farkına vardığı bir çok hakikati ifade eden Efendimizin hadis-i şerifleri yanında, savaşlarda devamlı az kuvvetlerle, kendinden kat kat üstün düşman kuvvetlerine karşı koyacak harp taktikleri ve uygulamaları da ortadadır. Buna misal olarak sadece Bedir ve Uhud savaşlarında gerçekleşenler yeter.
Bundan sonrakiler hâriç sadece buraya kadar saydığımız bütün fevkalâde meziyetlerin bugüne kadar yeryüzünde gelmiş geçmiş en büyük dâhilerde dahi görülmüş olmaması, O’nun (S.A.S.) En Büyük Rehber ve Peygamber olduğunun delilidir. Yani her konuda her çeşit insana delil ve mürşid olması için zaten her konuda en üst seviyede ve zirvede olması gerekmektedir; onun için öyledir.
* * *
M. Fethullah Gülen Hocaefendi “Ve inneke le alâ hulukın azîm” (68/4) âyetinde geçen HULUK kelimesini şöyle izah ediyor: “Huy, tabiat, seciye de diyebileceğimiz huluk; yaratılışın en önemli gayesi, cebr-i halkînin gerçek boyutu ve insan iradesinin ‘halk’ hakikati üzerinde İlâhî ahlâk hedefli tasarrufudur. Bu tasarrufu iyi kullanıp ‘halk’ a HULUK URBASI giydirebilen kimseye, iyi işler bütünüyle kolaylaşır. Evet halk da huluk da aynı kökten gelir ve temel yapıları itibariyle birbirinden farkı yoktur. Ancak; halk, gözle görülen, dış duygularla idrâk edilen suret, hey’et, şekil ve heykel ile alâkalı madde ağırlıklı mânâ olmasına mukabil; huluk, gönül ile idrâk olunup, hislerle duyulan ve ruhla temsil edilen bir öz, bir muhtevâ ve bir mânâdır.
“Hz. Peygamber Efendimiz (S.A.S.) ‘Hangi mümin, imanı itibariyle daha faziletlidir?’ sorusuna ‘Huyu en güzel olanıdır’ (İbn-i Mâce, Zühd) diyor.
“Bir kere Allah, en mümtaz kulu Muhammed Aleyhisselamı, tesliye, te’min ve senâ makamında, Efendimizin (S.A.S.) üzerindeki onca nimet ve lütuflarına rağmen ‘Her halde Sen, ahlâkın –Kur’an buudlu, ulûhiyet eksenli olması itibariyle ihâtası imkânsız, idrâki mukabil en yücesi üzeresin.’ (68/4 diyerek, O’nu, bu yüce ahlâkı ve rûhî meziyetleriyle, yani hilkatinin gâyesi, hedefi ve gerçek mânası sayılan hulukuyla nazara vermektedir; ilk insanla başlayıp Işık Çağına kadar tekemmül edegelen ve O’nunla noktalanan Kur’an boyutlu hulukuyla.
“Esasen, huluk dediğimiz gerçeğin, dinin derinliğince yaşanması ve Kur’an’ın ârızasız temsil edilmesi mânasına geldiğini, Sa’d b. Hişâm’ın Hz. işe Vâlidemize, Efendimizin (S.A.S.) ahlâkına dair sorduğu suale cevaben Hz. işe’nin ‘Kur’an okumuyor musunuz?’; ‘Okuyoruz’ deyince de: ‘O’nun ahlâkı Kur’an’dı.’ (Müslim şeklindeki sözleri de teyid etmektedir.”
(Kalbin Zümrüt Tepeleri, Huluk)