1996’da bir konuşmasında M. Fethullah Gülen Hocaefendi mazhar olduğumuz İlâhî nimetleri anlatırken diyor ki: “1978 senesi yurt, yuva, okul, kurs açısından eğer başlangıç olarak kabul edilip bu açıdan Hizmet’e bakılacak olursa, sizin temsil ettiğiniz Hizmet 18 yaşında demektir.
“Evet sizler, henüz 18 yaşında sayılırsınız. Buna karşılık, hizmet düşünce ve sistematiğini kabullenip sahip çıkanların adedi ve bu düşüncenin ulaşmış olduğu coğrafya itibariyle hadiseye bakacak olursanız, bir açıdan, Osmanlı’dan çok çok ileride olduğunuz rahatlıkla söylenebilir. Çünkü Osmanlı daha 18 yaşında iken Söğüt’ten Domaniç’ten dışarıya yeni yeni çıkıyordu. Şimdi o güç, bu zaaf, o gelişme, bu intişar karşılaştırılınca : ‘Bu, Allah’ın sizlere olan lütfu ve ihsanıdır.’ demekten kendimizi alamayız. Bu lütuf ve ihsanın farkında ve şuurunda olmak, sonra da buna uygun şükürde bulunmak, bu lütufların devamı adına yapılan ya da yapılması gerekli olan biricik vazife olsa gerek…
“Öte yandan, bu önemli ve önemli olduğu kadar da büyük işe sahip çıkan insanlar olarak bizler, hiçbirimiz bizden önce bu işin sahibi olmuş insanlar kadar, kat’iyen seviyeli değiliz. Meselâ, hiçbirimiz, keşfi-kerameti açık, Çanakkale’den Gelibolu’ya bir sandalla geçen ve orada şehit düşen bir Süleyman Şah değiliz. Veya her namaza duruşunda “Kâbe” önüne gelip temessül eden veya diğer bir ifadeyle Kâbe önüne temessül etmediği müddetçe namaza başlamayan, o dünyanın dört bir yanına ordular sevk edecek kadar akıllı ve başarılı ve nihayet düşmana haddini bildirdiği savaşta şehit düşen Murad Hüdavendigâr hiç değiliz. Hepimiz sıradan, düz insanlarız. Belki de çoklarımız itibarıyla günahlarımız boyumuzu aşkın. Ama, şu Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna bakın ki, O, bir zamanlar bu gibi insanlarla temsil edilen davayı bizlerle temsil ettiriyor ve o büyük hizmeti bizlere gördürüyor. İnsan burada Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözünü hatırlamadan edemiyor: “Kardeşlerim! Bu İslâm ve Kur’ân’a hizmet davası, ihsan-ı ilâhî olarak bizlerin omuzuna konulmuş…”
“Söz buraya gelmişken şunu da sizlere hatırlatmadan geçemeyeceğim. Yapılan hizmetler itibarıyla bu seviyeye gelinceye kadar acaba ne kadar sıkıntı çekildi. Kaç fedakâr insan çoluğunu çocuğunu, evini barkını terk etti de, şarkın o namlı, şanlı sultanı Selahaddin Eyyubî gibi ömrünü çadırlarda geçirdi? O büyük Sultan’ın ‘Allah’ın evi orada Haçlıların elinde iken, Selahaddin nasıl kendine ev edinir?’ sözü herkesin malumudur.
“Evet, milletimiz içinden de dünyanın dört bir yanına gidenler oldu.. oldu ama, onlar bu milletin hazırlamış olduğu imkânlarla oraya gitti. Ve bunlardan da öte, onlar, me’hazin kutsiyetine dayanarak oralara gittiler ve gittikleri yerlerde hüsnü kabul ile karşılandılar.
“Bana göre bu insanlar, İslâm tarihi boyunca, bu yüce dava uğrunda, çile çeken insanların onda biri kadar çile çekmemişlerdir. Allah’ın lütuflarını kendimize mâl ederek caka yapmayalım. Şayet bu hususta ben yanılıyorsam –ki yanılmayı çok isterim– bu uğurda evini barkını satan, hakikî anlamda çile ve ızdırap çeken, işini, imkânlarını terk ederek diyar diyar dolaşan yoktur. Varsa, gelsin onların dertlerini paylaşalım ve ona: ‘Sattığın eve bedel, al şu evi!’ diyelim.
“Benim bu sözlerimin sizleri rencide etmeyeceğini umarım. Vak’ayı rapor şeklinde, sizlerden tecrit ve tecerrüt düşüncesi içinde söyledim bütün bunları. Evet bu faslı ‘El-insaf!..’ deyip ve peşi peşine iki nokta koyup geçiyorum.
“Yapılan işlerin ruhuyla alâkalı bir diğer hususu hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyorum: Dinimize, milletimize hizmet yolunda bulunan fertlerin birbirleriyle uyumlu bir şekilde çalışmaları çok önemlidir. Kur’ân’ın, ‘Bazınızı bazınıza fitne kıldık.’ veya ‘Bazınızı bazınızla imtihan ettik.’ iş’âr ve irşadı açısından denebilir ki, biz adavet ehli küfür dünyası ile imtihan olduğumuz gibi, kendi içimizde de imtihan olacağız. Tabiî böyle bir imtihan, bize ayrı bir sevap kazandıracaktır.
“Bu noktadan hareketle diyebilirim ki, bana göre ahlâken en mazbut insan, Kur’ân ve Sünnet’in ölçüleri içinde en huysuz insanlarla bile geçinebilen, onlara karşı tavırlarını ayarlayabilen insandır. Daha önceleri aynı şeyi ifade ederken,‘En iyi insan, kobralarla bile arkadaşlık yapabilen insandır.’ demiştim. Rica ederim, Uzakdoğu’daki bir kısım yogiler kobralarla arkadaşlık yapabildikleri hâlde, bize ne oluyor ki biz birbirimizle geçinemiyoruz.! Hem de kutsî bir mefkûre etrafında...
“Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlâkıyla ahlâklanma mecburiyetinde bulunan biz, falan veya filânla şu ya da bu huyundan dolayı geçinemiyor ve rahatsızlık duyuyorsak, kendi ahlâkımızı vicdan tedavihanelerinde bir kere daha gözden geçirmeliyiz. Ve yine bana göre yüce ve yüksek düşüncelere dilbeste olmuş kimseler, beraber oldukları arkadaşları ile geçinemiyorlarsa, onlar ya akıl hastasıdır ya da kendi ruh adeseleriyle başkalarını mahkûm eden bencillerdir.
“O hâlde, gelin Allah aşkına; şu İslâm ve Kur’ân yolunda, hem de her seviyede insana çok ciddî ihtiyaç duyulduğu bir dönemde, aynı çizgiyi paylaştığımız insanların, kusurlarını araştırmayalım.. kimsenin aleyhinde konuşmayalım ve konuşturmayalım. Daha önceleri defaatle ifade edildiği gibi kendi nefsimize karşı bir savcı, başkalarına karşı da bir avukat gibi davranalım... Bu mülâhazadan hareketle hepimiz kendi kendimize: ‘Sen kendini gaflete salmış hainin tekisin.. günde 7 saat uyumadan evden çıkmayan bir tenperversin.. sen, bedeninin esiri ve cesedinin kulu kölesisin.’ Evet, böyle demeli ve başkalarını hep melek gibi görmeliyiz. Ve soralım kendimize, acaba o tenkit vesilesi yaptığımız ve gıybetlere girdiğimiz meseleler, Kur’ân ve Sünnet ölçüleri içinde mahzurlu mu? ”
(M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla, 106-109 )
Evet her birimiz “Benim endamım ne? Ağırlığım ne? Ama Cenab-ı Hak isterse bir eri, bir padişah yerinde istihdam edebilir. Ben cürmümle hatalar içinde yuvarlanan birisi olabilirim ama, meşveretle hareket eden küçük cirimli biri olarak İlahî bir lütuf ve inayetle bu işin içinde bulunuyorum o kadar! Yok başka elimden gelen bir şey!..“ deyip işin içinden sıyrılıp çıkmalıyız.