M. Fethullah Gülen Hocaefendi ve bizler Kestanepazarı Yurdu ve Kursu ile öyle bütünleşmiştik ki, oradan ayrılmayı hiç düşünmüyorduk. Hatta Hocaefendi’nin ifadesiyle: “Dünyadaki bütün arzu isteğim Kestanepazarı’nın bir yerine gömülmek ve kabrimden talebelerinin seslerinin dinlemekti.” Ama Efendimizin Mekke’den çıkarıldığı gibi oradan çıkarıldık. Çünkü en başta laikliği dinsizlik şeklinde anlayan devlet ve devletin bazı temsilcileri bize düşmandı.
1971’in 31 Martı’nda bize baskın yapan polislerden birisi bana “Seni ortaokuldan beri takip ediyorum” dedi. Çünkü ben Risale-i Nurları ortaokulda tanımıştım. Ayrıca İslâmî cemaatler içinde de tenâfüs vardı. Hocaefendi İzmir’e ilk geldiğinde Risale-i Nur talebesi olduğunu bilmeyenler, onu kendi saflarına çekmek için çok gayret ettiler. Hocaefendi de Sami Efendi Hazretleri gibi mübarek zatlar İzmir’e gelince mutlaka onların ziyaretine giderdi. Hem de giderken tasavvuf-tarikat âdâbı görsünler diye seçme öğrencileri de yanına alıp öyle giderdi. Ama bu kadarı yetmiyordu, mutlaka kendilerinden olması gerekiyordu. Bu sefer, evliya ve maneviyat gözü açık kabul ettikleri bazı kişilere ziyaret ediyor gibi bir hava ile götürüp “Said Nursi nasıl birisidir?” diye sorularak sorarak “İyidir, ama şöyle eksiği böyle kusuru var?” mealinde sözler söyleterek Hocaefendi’yi ondan soğutmaya çalıştılar. O da “Bana bakın siz Üstad Bediüzzaman’ı ayaklarından asılı cehennemde gösterseniz bile bende en ufak bir fark meydana getiremezsiniz!” meâlinde şiddetli bir cevap vererek perdeyi yırtmıştır.
Ondan sonra da üzerine müdür tayin etmeler, ayrılması için planlı zorlamalar safhası başlamıştır. Hâlbuki başta Hocaefendi’nin düşüncesini söylediğim gibi benim gibi talebelerin bile tek arzusu Yüksek İslam Enstitüsünü bitirince orada hoca olmaktı. Başka bir derdimiz yoktu. Ben Hocaefendi gelmeden önce yurdun kütüphanesinde kütüphaneciydim. Kitaplara merakımdan dolayı sadece camekânlı görünen bölümlerdeki kitapları değil, onların altındaki kapalı bölümlerdi görünmeyen kitapları da elden geçirmiştim. Hatta Risale-i Nur’dan el yazma “Nurun İlk Kapısı” isimli kitabı bulup okumuştum. Daha sonra bir yaz tatilinde Hocaefendi ile ikimiz bütün kitapları baştan sona ele aldık. İsimleri belli olmayanların sırtlarına teker teker isimlerini yazdık. On takıma yakın Elmalı Tefsiri vardı ama eksik ciltleri vardı. Kayıt defterinden inceledik alıp getirmeyenlerin isimleri belliydi ama çoğu İzmir’den ayrılmıştı. Ulaşabileceklerimizden geri istedik.
Hocaefendi gelmeden önce vefat etmiş bir zatın bir araba dolusu kitapları gelmişti. Kurs kısmının avlusuna bırakılmış. Hatta isteyen alabilir denilmişti. Ben de epey kitap seçmiştim. İçlerinde İmam Gazali’nin tasavvuf üzerine yazdığı Mişkat kitabı da vardı. Daha sonra dersimize gelen Müftü Celal Yıldırım’a bahsetmiştim. Mütalaa etmek için istedi. Ama herhalde unuttu. Daha sonra Hocaefendi gelince bunu kendisine bahsedince, “Bunlar vakıf için gönderiliyor. Almak doğru olmaz.” Vakıf malıdır diye benim o aldığım kitapları hemen kütüphaneye onları teslim etmemi istedi. Hepsini geri verdim.
İmam hatip lisesini bitirince Yaşar Tunagür Hocamız beni müftü olarak tayin etmek istedi. Biz hep öğretmen olmak istediğimiz için Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitirmek istediğimi söylerler. Bu sefer Kestanepazarı Kur’an Kursu’na öğretmen olarak tayin edildim. Öğleye kadar Yüksek İslam’da okuyor, öğleden sonra kursta hazırlık sınıflarına derse giriyordum. 1968’de ilk kamp açıldığı zaman ben de kampta kalıyor, bazı derslere giriyor. Hocaefendi’ye yardımcı oluyordum. Diğer Kestanepazarı hocaları evli oldukları için kampta kalmıyorlardı. Sadece Şaban Düz Hocamız bazı günler ders vermek için gelirdi…
Yani bizler Kestanepazarı ile et ve tırnak gibiydik. Bütünleşmiştik. Ara muhalif rüzgârlar şiddetli esmeye başladı. 12 Mart 1971 Muhtırasından sonra bizi Buca Cezaevi’ne doldurdular. Ben zaten imam hatipte okurken bile Ramazanları Buca Cezaevi’ne gider vaaz eder, teravih namazları kıldırırdım. Onun için gardiyanlar bana, “Buranın suyunu içen, bir daha gelir” dediler. Nisan 1971’de sıkıyönetim ilan edince, Hocaefendi’yi, Mustafa Birlik Ağabeyi, Dr. Mustafa Asutay’ı, Şaban Düz Hocayı, Recep Demirkazık’ı, Harun Tüylüoğlu Hocayı ve benzerleri de askeri hapishaneye koydular. Tahliye olduktan sonra Müftü Mustafa Ateş beni Kestanepazarı Kur’an Kursu’ndan bir camiye tayin etti.
Kestanepazarı’ndan ayrılmamak için müftüye ne söylesem de kabul etmedi. Sonra Ali Rıza Güven Amcayı ve Kestanepazarı’nın söz sahiplerine gidip bu tayini durdurmalarını beni oradan ayırmamalarını istirham ettim. Hiç birisi sahip çıkmadı. Birkaç sene sonra yurttaki kalite düşüklüğünü görünce Ali Rıza Amca bana “Beni, tek başıma bırakıp terk ettiniz.” Deyince dedim ki: “Bunu bana söyleyemezsiniz; ben ayrılmamak için sizlerin kapılarınızı çaldım, ama o zaman sahip çıkmadınız.”
Ama Hocamızı da daha önce ayrılmak zorunda bırakmışlardı. O zaman orada Kur’an kursu hocası olan Habip Görün dedi ki: “Hocaefendi Kestanepazarı’ndan gözyaşları ile hicranla ayrılırken bazı yerlere mensup idareciler sevinçten birbirlerine çay-kahve ısmarlıyorlardı. Ama aynı kişiler kısa zaman sonra oradan ayrılmak zorunda kaldılar.”
Hocaefendi askeri hapishaneden tahliye olduktan sonra İzmir’den Edremit’e daha sonra Manisa’ya merkez vaizi olarak tayin edildi. Her iki yerde iki sene vaizlik yaptıktan sonra 1976 senesinde tekrar İzmir’e döndü ve Bornova’da göreve başladı. Bornova’da Cuma vaazlarından sonra, akşam yatsı arası veya mevsimine göre yatsıdan sonra üniversite öğrencilerinin bulunduğu orada iki-üç saat süren soru-cevaplara imkân hazırladı.