Bir gün Riyaset Odasında Mustafa Kemal Paşa ile iki saat kadar konuşan Üstad Hazretleri, bu milletin düşmanı sömürgeci anlayışa mensup ve onların maşaları arasında nam-şan kazanmak umuduyla, İslam'ın şiarı olan şeyleri tahrip etmenin; bu milletin, vatanın ve Âlem-i İslâmın hakkında büyük zararlar doğuracağını söyledi. Ayrıca, eğer bir inkılâb yapmak icap ediyorsa, doğrudan doğruya İslamiyet'e yönelerek Kur’an’ın kudsî KANUN-U ESASÎ’si noktasından yapmak lazım geldiği meâlinde ihtarlarda bulundu. Sonra da şöyle bir temsille ders verdi:
“Mesela; Ayasofya Camii, faziletli ve kâmil insanlardan mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda; tek tük, sofada be kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlaksızlar bulunup, caminin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebilerin eğlence-perest seyircileri bulunsa, BİR ADAM o cami içine girip o cemaate dahil olsa, eğer GÜZEL BİR SADÂ İLE ŞİRİN BİR TARZDA KUR’AN’DAN BİR AŞİR OKUSA, o vakit binlerce ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, mânevî bir dua ile, o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek. Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine O ADAM girdiği vakit, süflî ve edepsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa; o vakit o HAYLAZ ÇOCUKLARI güldürecek, o SERSERİ AHLÂKSIZLARI fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyetin kusurunu görmekle zevk alan ECNEBİLERİN alaylı tebessümlerini celbedecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün etraflarından, bir nefret ve tahkir nazarını celbedecektir. Esfel-i sâfiline düşmek derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.
“İşte aynen bu misal gibi; Âlem-i İslâm ve Asya, MUAZZAM BİR CÂMİDİR… Ve içinde Ehl-i iman ve Ehl-i Hakikat, o camideki MUHTEREM CEMAATTİR… O haylaz çocuklar ise, ÇOCUK AKILLI DALKAVUKLARDIR. O serseri ahlaksızlar; frenk-meşrep, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyirciler ise, ecnebilerin fikirlerini neşreden GAZETECİLERDİR. Her bir Müslüman, bilhassa fazilet ve kemâlat sahibi zatlar ise, bu camide derecesine göre bir mevkîi olur, görünür, nazar-ı dikkat onlara çevrilir. Eğer İslamiyetin bir esas sırrı olan ihlas ve rızâ-i İlâhî cihetinde, Kur’an-ı Hakîm’in ders verdiği hükümlere ve kudsî hakikatlere dair hareketler ve ameller ondan sudur etse, lisan-ı hâli mânen Kur’an âyetlerini okusa, o vakit mânen Âlem-i İslamın her bir ferdinin dilinin devamlı tekrarladığı virdi olan ‘Allah, erkeğiyle kadını ile bütün Müslümanları bağışla mağfiret et.’ duasında dâhil olup hissedar olur ve umumu ile kardeşçe alâkadar olur. Yalnız muzır hayvanlar nev’inden bazı ehl-i dalâletin ve SAKALLI ÇOCUKLAR hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez. Eğer o adam şeref vesilesi tanıdığı bütün ecdadını ve iftihar vesilesi bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinat telâkki ettiği geçmiş sâlik büyüklerimizin nurânî caddelerini terk edip hevâ, heves, riya, şöhret peşinde İslâmiyette olmayan ve yakışmayan işlerde ve hareketlerde bulunsa; mânen bütün ehl-i imanın ve ehl-i hakikatin nazarında en alçak mevkiye düşer. ‘Müminin ferasetinden çekininiz! Zira o, baktı mı Allah’ın nuru ile bakar’ (Tirmizi) sırrına göre; ehl-i iman ne kadar avâmdan da, câhil de olsa, aklı idrâk etmediği halde, kalbi öyle hodfürûş (kendini pazarlayan gösterişçi adamları) görse, soğuk görür, mânen nefret eder.
“İşte makam sevgisine meftun ve şöhretperestliğe mübtelâ adam –ikinci adam- hadsiz bir cemaatin nazarına aşağıların aşağısı olan esfel-i sâfiline düşer. Ehemmiyetsiz ve müstehzî ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında, muvakkat ve menhus / uğursuz bir mevki kazanır. ‘Takvâ sahibi kimselerin dışında dünyadaki bütün dostlar, o gün birbirine düşmandır.’ (Zuhruf Suresi, 43/67) âyetinin sırrına göre, dünyada zarar, kabirde azab, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.
“Birinci suretteki adam faraza makam sevgisini kalbinden çıkarmazsa, fakat ihlâsı ve Allah’ın rızasını esas tutmak ve makam sevgisini hedef edinmemek şartıyla; bir nevî meşru mânevî makam, hem muhteşem bir makam kazanır ki, o makam sevgisini damarını tamamen tatmin eder. Bu adam az, hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil, çok hem pek çok kıymettar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır; ona bedel, çok mübarek mahlukları arkadaş bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabanî eşek arılarını kaçırıp, mübarek rahmet şerbetçileri olan arılar kendine çeker. Onların ellerinden bal yer gibi, öyle dostlar bulur ki, daima dualarıyla âb-ı KEVSER gibi feyizler, Âlem-i İslamın etrafından onun ruhuna içirilir ve amellerinin defterine geçirilir.”
Mustafa Kemal bunlara itiraz eder. Üstad Hazretlerini yine de kendi yanına çekmek için, kendisine millet vekilliği, hem Dârü’l-Hikmet-i İslamiye’deki eski vazifesini, hem de Şarkta Şeyh Sunûsî’nin yerine umumî vaizlik vazifesini, hem de bir köşk tahsisi gibi tekliflerde bulunur. Üstad bunları kabul etmez.
Aynı zamanda Üstad Hazretleri, âhir zaman olaylarının rivayetlerde geçen işaretlerinden, bazı alâmetlerini hisseder. Kendince şu ihtarların farkına da varır: “İman ve Kur’an’a hizmet edecek olanlar, o zamana yetiştiği zaman, bilsinler ki, karşı taraftakilere siyasetle galebe edilmez, ancak manevi donanım hükmünde Kur’an’ın mucizeliğinden çıkan NURLAR ile mukabele edilebilir.” Bu tavsiyelere uyarak Ankara’dan ayrılması gerektiğini anlar. Kendisini bu düşüncesinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmaması için İstasyona kadar gelen bir kısım milletvekillerinin de arzularına uyamayacağı bildirir…