M. Fethullah Gülen Hocaefendi, “Zamanın Altın Dilimi” isimli kitabının KÂBE başlıklı kısmında Ka’be’yi gerçekten çok farklı bir güzellikte anlatıyor. Keşke Hacca veya Umreye gidecekler önce bu yazıyı müzakere ile iyice birkaç defa gözden geçirebilseler!..
“Ka’be; müminlerin kalbinin müşterek attığı bir MİHRAB ve ‘insanlar için vaz’edilen ilk ev…’ takdir ve tebciliyle yüceltilmiş ilk MA’BEDDİR.”
Kur’an-ı Kerim’de: “İbadet yeri olarak yeryüzünde yapılan İLK BİNA Mekke’deki KA’BE olup, pek feyizlidir, insanlar için HİDÂYET REHBERİDİR.” (Âl-i İmran Suresi, 3/96) buyruluyor.
“Temeli, yeryüzünde henüz, harcın, taşın, tuğlanın bilinmediği bir dönemde, gökler ötesi âlemlerde planlandı ve durulardan duru bir Nebî’nin eliyle gerçekleştirildi.”
Bu “durulardan en duru Nebî” Âdem Aleyhisselamdır. Onun vasfı SAFİYYULLAH’tır. Yani Allah’ın sâfî yani durulardan en duru Peygamberi… Yani Ka’be’yi ilk bina eden Âdem Aleyhisselamdır.
“Oturduğu zemini o işe tahsisi, Âdem nebinin yeryüzüne teşrifinden yıllar ve yıllar önce kararlaştırılmıştı. Öyle ki, bir gün melekler Hz. Âdem’le karşılaştıklarında ‘Sen, var edilmeden evvel bizler defalarca Ka’beyi tavaf ettik’ diyeceklerdir.”
Ka’be, böylece anlıyoruz ki, Kâinatın kalbi ve kıblesidir. Yani insanlar, bir gün başka gezegenlere ve hatta samanyollarına bile gitseler, namaz kılarken Mekke’deki Ka’be’ye doğru namaza duracaklardır. İşte bu özellikteki Ka’be DÜNYA’da olduğu için Kur’an-ı Kerim, sanki kâinatı bir kefeye, dünyayı da bir kefeye koyarak, “Rabbü’s-Semâvati ve’l-Ardı” (Semaların ve Arzın Rabbi) ve “Halaka’s-Semâvati ve’l-Arda” (Semaları ve Arzı yarattı) buyuruyor. Yani bu özelliğinden dolayı DÜNYA, Göklere, kainata denk tutuluyor…
“Tufandan sonra ‘Hatırla o zamanı ki, İbrahim ve İsmail (a.s.) Ka’be’nin temellerini yükseltti ve şöyle dediler: Ey Rabbimiz, bizden bu hayırlı işi kabul buyur!’ İlâhî beyanı ile peygamberler babası Hz. İbrahim ve onun oğlu İsmail (a.s.) dümdüz olmuş Ka’be arsası üzerinde onu yeniden inşa ettiler.”
“Arzın merkezinden ‘Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar ins, cin ve meleğin her zaman çevresinde dönüp durduğu bir amûd-i nûrânî ‘nurdan sütun’ nin yeryüzünde mücessem bir kesiti sayılan Ka’be, her lahza görünür-görünmez milyarlarca temiz ruhun, harimine can atıp vuslat aradığı, öyle eşi-menendi olmayan bir binadır ki, kıymeti semâlara eşittir dense sezadır… zaten o gökte ve yerde Allah’ın evi mânâsına ‘Beytullah’ olarak yâd edilmektedir.”
Üstad Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: “Müctehidlerce ‘İstikbal-i Kıble’ (Kıbleye yönelme), namazda şart olması ve şart ise bütün rükunlarda bulunması sırrıyla, secde ve rükûda istikbal-i Kıble lâzım geliyor. Bu ise yerin, zeminin küreviyeti (dünyanın yuvarlaklığı) ile ve şer’an Kıble, Kâbe-i Mükerreme’nin üstü – tâ Arşa kadar- ve altı – ferşe kadar – (merkezine kadar) amûd-u nûrânî (nûrânî sütun) olması, küreviyetle (yuvarlaklıkla) istikbal (Kıble’ye doğru namaza durma), erkânda (namazın rükunlarında) bulunabilir.” (On Dördüncü Şua, 497. Sayfa)
Böylece ayakta iken tam Kıble’ye karşı olduğumuz gibi, rukûa varınca veya secdeye kapanınca yüzümüz Kıbleden ayrılmış olmuyor. Çünkü mağma tabakasına kadar dünyanın merkezinden Arşa kadar nurani bir sütun olduğu için hep o ‘nurani sütun kıble’ ile yüz yüze olmuş oluyoruz.
“Her yıl ehl-i iman, dünyanın dört bir yanından uçak, vapur ve otomobillerle onun yumuşak; yemyeşil ve ötelere açık sıcak iklimine koşar ve daha yolun başında bütün günlük endişe ve telaşlardan sıyrılarak, sırtındaki sade, temiz ve beyaz urbalarıyla tarifi imkânsız bir imrendiriciliğe ulaşır ve âdeta meleklerle atbaşı hale gelir.