Kastamonu Lâhikası’nda yirminci sıradaki mektub’un son kısmında Üstad Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Bugünlerde manevi bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size kısa bir hulâsâsını beyan edeyim. Biri dedi: ‘Risale-i Nurunun îman ve tevhid için büyük tahşîdatları ve küllî teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannit (İnatçı- kaypak) bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşîdat yapıyor?’ Buna cevaben dediler: ‘Risale-i Nur, yalnız cüzî bir tahrîbâtı, bir küçük hâneyi tamir etmiyor belki külli bir tahrîbâtı ve İslamiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit (kuşatıcı) kaleyi tamir ediyor ve yalnız husûsî bir kalbi ve has bir vicdânı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit aletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umûmî ve efkar-ı âmmeyi ve umunun, bilhassa avam-ı müminînin istinatgahları olan İslamî esaslar, cereyanlar ve şeâirlerin kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umûmîyi Kur’anın îcâzı ile o geniş yaralarını, Kur’an’ın ve îmanın ilaçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.
Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilaçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki bu zamanda Kur’an-ı Mûciz’il Beyân’ın îcaz-ı mâneviyesinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber îmanın hadsiz mertebelerinde terakkiyât ve inkişâfâta medardır, diyerek uzun bir mukâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim.’’
Anlaşılan “manevi bir muhâvere” olmuş, bir şekilde Üstad Hazretleri muttalî olmuş. Soruyu biraz açacak olursak: Mesela Yirmi üçüncü Lem’a olan Tabiat Risalesi var. Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini, her şeyi yarattığını kabul etmeyip; bilhassa, canlıların yaratılışını, sebeplere, maddeye; kendi kendine oluşan tabiata izafe edilen kanunlara veren inkârcı anlayışa karşı tam bir cevap! Tevhidi, Cenab-ı Hakk’ın her şeyi yarattığını ve yaratmakta olduğunu anlatan muhteşem bir eser! Bu varken Yirmi İkinci Söz yazılmış. Hemen başında âmi ve zâhiri tevhid ile tevhid-i hakiki hakkında bilgi verilip, Allah’ın varlığı ve birliği hakkında deliller sıralanmış. Bitmemiş, bunlar varken, otuz İkinci Söz yazılmış. Bu söz, üç ana bölümden meydana geliyor: Birinci bölümde bir atom zerresi konuşturularak inkâr ve şirk düşünceleri çürütülüyor; oradan alyuvarlara, derken ta bütün yıldızlara kadar konuştura konuştura ve inkâr düşüncelerini çürüte çürüte bütün yıldızlara kadar meseleyi götürüyor ve tevhidi ispat ediyor. Zeyl ve ekleriyle bu meseleler üzerinde duruyor. Sonra, ikinci bölümde de şeytanın ve onun insanî temsilcilerinin tevhide itirazlarını ele alıp, birer birer çürütüyor. Tahminim o ki, henüz daha sorulmayan ve şeytanın bile aklına gelmeyen itirazların bile cevapları yazılmıştır. Üçüncü bölümde Kur’an ifadelerinden izah gerektiren bazı sorulara cevaplar verildikten sonra, Muhabbetullah ile ilgili derin meselelere dalıyor ve tevhidî incelikleri dile getiriyor. Peki, bunlar varken neden bir de Otuz Üçüncü Söz yazılmış? 33 Pencere’den meydan gelen bu sözün her penceresinde birkaç tevhid delili sıralanıyor. Bitmiyor, arkadan, insanı alıp bütün kâinatta seyahat ettire ettire; tevhit delillerini göklerde, yerlerde, deniz diplerinde; ukûl-u beşerde, kulûb-u beşerde okuta okuta, göstere göstere gezdirip dolaştıran Ayet’ül Kübra yazılmış…
İşte, soruda bu var; yani “Bunlardan sadece bir tanesi yeterli iken niçin bu kadar tahşidât ve yığınak yapmaya gerek duyulmuş?” deniliyor. Verilen cevap ise çok enteresan: Risale-i Nurlar küçük bir haneyi tamir etmiyor, sadece bir kişinin kalbini tedavi etmiyor; öyle bir kaleyi tamir ediyor ki bu kaleyi meydana getiren taşlar ev büyüklüğünde değil, dağ büyüklüğünde değil; bilakis, her bir taşı dağlar büyüklüğünde! Hem de bu kalenin içinde İslam’ın da bulunduğu bir genişlik var. Yani, bütün insanlığı kuşatıyor. Yani, bu kale sıradan değil. İNSANLIK KALESİ! Bin senedir sağından solundan darbe görmüş, rahnelenmiş, yaralanmış bir kale… İşte, bu muazzam kaleyi tamir ediyor. Öbür taraftan, bir insanın değil, bütün insanların kalplerini ve vicdanlarını Kur’anî ilaçlarla tedavi etmeye çalışıyor. Onun için hadsiz ilaçlar ve hadsiz devalar üretiyor. Sadece tedavi de değil, o kalp ve vicdanların inkişaf ve terakkilerini de temin edecek gıdalar hazırlıyor.
Durum bu… İnsanların bazıları meselelere tamamen mantık, akıl ve felsefe açısından bakarlar, kimisi romantik bir anlayışa sahiptir, kimileri de başka özellikler taşır… Edebi sanatlarda ve diğer sanat dallarında mevcut olan çeşitli yönelişler bu farklılıkları göstermektedir. Onun için, Kur’an’daki tasrifler gibi, meselelerin ayrı ayrı formatlarda, farklı farklı üsluplarda ifade edilmesi gerekiyor. Kur’an’ın bir manevi tefsiri olan Risale-i Nurlar’da da, bilhassa tevhid hakikatleri işte böyle çeşit çeşit yönlerden ifade edilmiştir ki, tam yerindedir. Mukteza-i hale tam mutabıktır. Belagat da zaten mukteza-i hale mutabık ifade etme sanatıdır.
Ahir zamanda belagat her çeşidi ile ortaya çıkacağı için, Risale-i Nurlar da ahir zamanın bir tecdit hareketi olduğundan ve inkâr-ı uluhiyete karşı en güçlü ve en derin mücadelesini insanlık adına verdiğinden, en uygun bir şekilde kendisine düşeni yerine getirmektedir.