Mesnevi-i Nuriye’nin Zeylü’l-Habbe bölümünde Üstad Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: “İnsan harekete geçince rızkı durur; insan durunca rızkı harekete geçer’ diye rivayet edilmiştir. Gerçekten bu, pek geniş bir hakikatin parıltılarındandır. İşte ağaçlara bak ki, onlar tam bir tevekkül içinde yerlerinde durdukça rızıkları onlara doğru geliyor. Hayvanlara da bak ki, onlar hırsla harekete geçtikçe rızıkları kök salmışçasına bulundukları yerde sâbit kalıyor, hevâ ve heveslerinin peşinde dolaşıp duran aç ve muhtaç hayvanı o yerlerinde sabit duran rızıkları renk ve kokularıyla yanlarına davet ediyorlar.”
Üstad Hazretleri sar-ı Bediyyesinde meâlen: İnsan ana karnında A’CEZ (en âciz) durumda iken, beslenmesi için dudaklarını bile kullanmadan göbeğinden gıdalarını alıyor. Doğunca CİZ olduğu için anasının memelerinden ağzını dayayarak, dudaklarını kıpırdatarak en değerli bir besin olan süt ile besleniyor. Daha sonra güçlenince, rızkını kendisinin temin edip bulması gerekiyor.
Katre Risalesinde deniliyor ki: “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onur rızkı Allah’a ait olmasın.’ (Hud Suresi, 11/6) Fakat rızık, hakikî ve mecâzî olmak üzere iki kısımdır. yette taahhüt altına alınan, Hakîkî Rızıktır. Rızkın mecazî kısmı ise, insanın sun’î şekilde, lüzumlu olmayan şeyi, iradesini kötüye kullanarak lüzumlu hale getirmesidir. Öyle ki, zarurî olmayan ihtiyaçlar, zarurî hükmüne geçmiş ve yalancı irade rızık suretine bürünmüştür. İşte bu kısım rızık âyet tarafından kefâlet ve taahhüt altına alınmamıştır.
Karaların balıkları olan PATLICANLARI ve denizin patlıcanları olan BALIKLARI Yaratıcı Kudretin nasıl beslediğine dikkat eden kimse, bunların arasında cılız şeylerin bulunmadığını, hepsinin de SEMİZ olduğunu ve RIZIKLARININ hiç zahmetsiz bir şekilde umulmadık yerden onlara geldiğini görür ve bilir ki, rızık konusunda vesveseye düşmek ve Rızıkları veren Cenab-ı Hakkı itham etmek ahmaklıktır.
Şemme Risalesinde şöyle deniliyor: “Ey gafil ve fuzulî nefis! Sen kendi vazifeni bırakmış, Rabbinin işiyle uğraşıyorsun. Zulmün ve cehaletin sebebiyle, gücün dahilinde olan hafif ubudiyet vazifeni terk ediyor, seni Yaratan, güzel ve düzgün şekilde biçimlendiren dengeli ve ölçülü yapan ve sana Kendi dilediği gibi bir suret veren Zât’a ait Rubûbiyetin işlerini kendi zayıf beline, başına ve kalbine yüklüyorsun. Sen kendi vazifene bak, Rabbinin işini de Kendisine bırak ki, saadet ve istirahat bulasın. Yoksa, yoldan çıkmış bir âsî, şakî ve hâin olursun.
“Senin misâlin şu asker neferine benzer ki, asıl vazifesi talim, savaştır. Sultan da, ona lâzım olan şeyleri hazırlamak suretiyle ona bu vazifesinde yardımcı olur. Sultana ait vazife ise, o neferin erzakını, tayınını, elbisesini, ilacına varıncaya kadar bütün levâzımatını vermektir. Gerçi bu vazifelerin vesileleri için neferi istihdam ettiği de olur, lâkin bunu da devlet namına yapar. İşte şu sırdandır ki, yemeğini pişiren nefere ‘Ne yapıyorsun?’ diye sorulduğunda, ‘Devletin angaryasını çekiyorum’ der. ‘Rızkım için çalışıyorum.’ demez. Zira bilir ki, askerin mutfakta yemek pişirmek, kendi vazifesi değildir. Hatta hasta olduğunda, lokmayı ağzına koymak bile devletin vazifesidir.
“Demek rızkını tedârik etmek için çarşıya gidip ticaretle meşgul olan bir nefer, cahil ve şakî olur, azarlanıp cezalandırılır. Talim ve savaş hizmetini terk ettiği için de hain ve âsi olur, tekdir edilip darbedilir.
“İşte ey şakî nefis! Sen o nefersin. Namazın senin TALİMİN’dir. Büyük günahları terketmekle nefis ve şeytana karşı mücahede denilen TAKVA’n da senin cihad ve savaşındır. Senin yaradılış gayen işte budur. Lâkin seni muvaffak eden sana yardımcı olan, Allah’tır. Öbür taraftan rızkın, hayatının devamı, mal ve evlattan sana taalluk eden şeyler ise Yaradanına ait işlerdir. Lâkin O, seni fiil, hal veya söz ile ilgili olarak, rahmet kapılarını çalacak vesilelerde istihdam eder. Nimetlerinin muftaklarına ulaştıracak yollarda gitmen için seni kullanır. Sen de, O’nun sana tayin ve takdir ettiği RIZK’ı istidat, ihtiyaç, fiil, hal veya kâl (söz) diliyle talep edersin. Bununla beraber rızkın hakkında ne derece bir cehalete düştüğünü anla ki, sen iradesiz ve iktidarsız bir yavru iken seni en hoş bir rızıkla beslediği gibi kendi rızkını tedarik edemeyen bütün canlıları da rızıklandıran bir Zâtı itham ediyorsun. Halbuki O öyle zengin bir Kudret Sahibi ki, herşeyi bilir, işitir, yeryüzünü yaz mevsiminde misafirleri için bir mutfak yapar, Rahmet feyizlerinden en leziz yiyecekleri bostan ve bahçelerde pişirip ağaçların ellerini onlarla doldurur.
“İşte sen, asıl vazifeni yaptıktan sonra O’nun seni kullandığı işlerde O’nun hesabına, O’nun adıyla ve O’nun izniyle çalış. Eğer ârızî işler senin aslî vazifelerde çatışacak olursa, O’na tevekkül et ve de ki: ‘Allah bize yeter, O ne güzel Vekildir.’ (3/173) ‘O, ne güzel dost, ne güzel yardım edicidir.’ (8/40)”
Şemme Risalesinde de deniliyor ki:
“Bil ki: Kur’an’ın ‘Dönüşünüz O’nadır.’ ‘O’na döneceksiniz.’ Dönülecek yer O’nun huzurudur’ ‘Dönüş ancak O’nadır.’ gibi mânaları çok tekrarlanmasında âsiler için bir TEHDİT bulunmakla beraber, pek büyük bir müjde ve teselli de vardır.”
“Allah’a kavuşmaya kesin iman etmekteki lezzetin üstünlüğüne, hatta Cennet lezzetlerine bile nasıl üstün geldiğine bak. Ondan sonra Allah’ın cemalini seyretmenin derecesini nazara al ve gör ki, rif ve âsî bir müminin cismanî Cehennemi dahi, Yaradanını bilmeyen bir kâfirin mânevî Cehennemine nisbeten Cennet gibidir.”
Cenab-ı Hak bizleri tahkîkî iman ile hep yüceltip taçlandırsın…