Soru: İman insana nasıl bir cesaret ve kahramanlık duygusu verebilir?
Cevap: Bu hususu, 1900 yıllarının başında Osmanlı padişahlarından Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Doğu Anadolu Vilayetleri namına geziye katılan Bediüzzaman Said Nursi’nin tren yolculuğu sırasındaki öğretmenlere olan sohbetini naklederek anlatmaya çalışalım. Bediüzzaman, imani ve dini duygunun (yani Hamiyet-i İslamiyenin) en kuvvetli metin ve Arş’tan gelmiş nurani bir zincir, kırılmaz ve kopmaz çok sağlam bir ip, hem de tahrip edilmez ve mağlup olmaz kudsi bir kale olduğunu söyleyince, o öğretmenler kendisine “Delilin nedir? Bu çok büyük davaya büyük ve gayet kuvvetli bir delil lâzım?” derler. Tam o sırada tren tünelden çıkar. Onlar başlarını trenin penceresinden çıkarıp bakarlar, altı yaşına girmemiş bir çocuğu trenin geçeceği yolun yanında durmuş görürler. Bediüzzaman öğretmenlere der ki: “İşte bu çocuk lisan-ı hâliyle sualinize tam cevap veriyor. Benim bedeline o masum çocuk, bu seyyar okulumuzda üstadımız olsun. İşte lisan-ı hâli bu gelecek hakikatı söylüyor: Bakınız bu tren, dehşetli gürültüsü ve bağırması ile hem de tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. Tren ise, hücumunun tahakkümü ile bağırarak tehdit ediyor: “Bana rast gelenlerin vay haline!.” diyor. O halde, o masum çocuk yerinde durmaya devam ediyor. Mükemmel bir hürriyet, hârika bir cesaret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu trenin hücumunu hafife alıyor ve kahramancıklığı ile diyor: “Ey tren! Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.” Sebat ve metanetinin lisan-ı hâliyle güya diyor: “Ey tren, sen bir nizamın esirisin. Senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yolunda git, kumandanının izniyle işine devam et.” İşte bu masum çocuğun yerine, İranlıların meşhur Zaloğlu Rüstemleri veya Yunanlıların ünlü Herkülleri, o müthiş kahramanlıkları ile beraber, zamanı aşarak o çocuğun yerinde burada olsaydılar, onların zamanında tren olmadığı için, elbette o trenin bir intizamla hareket ettiğine dair bir itikadları olmayacağından, birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi gözlerinde elektrik şimşekleri olduğu halde birden karşılarına çıkan trenin dehşetli bir tehdid ve hücumla kendilerine doğru koşmasına karşı o iki kahraman ne kadar korkacak, ne kadar kaçacaklardı! Evet o harika cesaretleriyle bin metreden fazla arkalarına bakmadan kaçacaklardı. Bakınız, nasıl bu trenin tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvoluyor. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için treni itaatli bir binek olarak görmeyeceklerdi. Belki gayet müthiş, parçalayıcı ve vagon büyüklüğünde yirmi arslanı peşine takmış bir nevi arslan zannedeceklerdi. İşte altı yaşına girmemiş bu çocuğu o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet veren ve onların çok üstünde bir emniyet ve korkmamak halini veren o masumun kalbindeki hakikatın bir çekirdeği olan, trenin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve hareketinin bir intizam altında ve birisinin planına göre olduğuna dair olan itikadı, itminanı ve imanıdır. O iki kahramanı da gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden ise, onların treninin kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan câhilane itikadsızlıklarıdır. İşte küfür, inkâr ve dalâlet, bütün kainatı inançsızlara, binlerce müthiş düşmanlarla dolu olarak gösteriyor. Kör kuvvetin, serseri tesadüfün, sağır tabiatın elleriyle güneş sisteminden tut, ta kalbindeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar, biçâre insanlara hücum ettiklerini ve insanların hadsiz ihtiyaçlarına, nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telaş vermesiyle, inançsızlık bir cehennem zakkumu oluyor ve dünyada da sahibini bir cehennem içine koyuyor. İşte din ve imandan hariç binlerce fen ve teknikteki gelişmeler, o Rüstem ve Herkül’ ün kahramanlıkları gibi beş para fayda vermiyor. Yalnız, his iptali nevinden muvakkaten o elim korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukta çare arıyorlar.”
İşte iman ve inkâr eğer muvazene edilecek olursa, ahirette cennet ve cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verecekleri gibi, dünyada da iman bir manevi cenneti temin ediyor ve ölümü bir terhis tezkeresine çeviriyor: inkâr ise dünyada dahi insanları bir manevi cehenneme atıp hakiki saadeti mahvediyor, ölümü de ebedi bir idam mahiyetine getiriyor.
Eğer yukarıda geçen temsilin hakikatını görmek istersek, başımızı kaldırıp bu kainata bir bakalım: Ne kadar tren misilli balonlar, otomobiller, tayyareler, gemiler gibi Cenab-ı Hakkın nizam ve hikmetle yarattığı yıldızlara ve güneşlere dikkat edelim. İşte kainat içinde maddi ve manevi herşey imansızlara hücum ediyor, tehdit ediyor, kuvve-i maneviyesini yerle bir ediyor. Ehl-i imana ise, değil tehdit etmek ve korku vermek bilakis sevinç, saadet, ünsiyet, ümit ve kuvvet veriyor. Çünkü inanan insanlar, iman ile görüyorlar ki, kainatta zerreden kürrelere varıncaya kadar canlı-cansız herşeyi mükemmel bir intizam ve hikmetle, Merhametli bir Yaradan bir vazifeye sevk edip çalıştırıyor. O şefkatli Zatın emri altında onlar, zerre mikdar vazifelerinden şaşırmıyorlar. İşte bu gerçeklerin farkına varan müminler, daha dünyada iken ebedi saadetin numunesini görmüş oluyorlar.İşte bu yüzden inkarcıların, imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbirşey, hiçbir fen ve ilmi ilerleme herhangi bir teselli veremiyor; tedirginlik ve endişelerini gideremiyor. Fakat muvakkat olan gaflet ve eğlenceler, perde çekip aldatıyor. Ehl-i imanın, iman cihetiyle değil korkmak ve kuvve-i maneviyesi kırılmak, belki temsildeki masum çocuk gibi, fevkalâde bir kuvve-i maneviye ve metanetle ve imandaki hakikatle meseleleri değerlendiriyor. Herşeyde Yaradan’ın, hikmet dairesinde tedbir ve iradesini müşahade eder, evham ve korkulardan kurtulur: “Cenab-ı Hakkın emri ve izni olmadan bu seyyar kainatlar, kuyruklu yıldızlar, güneşler, aylar hareket edemezler, ilişemezler.” diyor. Tam bir güven ve huzur içinde dünya hayatında da derecesine göre saadete mazhar olur. Kimin kalbinde imandan ve Hak Dinden gelen bu hakikat çekirdeği vicdanında bulunmazsa ve dayanma noktası olmazsa, açıkca temsildeki Rüstem ve Herkül’ ün cesaretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi onun cesaretli ve kuvve-i maneviyesi darmadağın olur ve kainata esir olur. Herşeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer...
Soru: İmanda büyük bir saadet ve nimet hem büyük bir lezzet ve rahat bulunduğu nasıl izah edilir?
Cevap: Bu gerçeği, temsili bir hikayecikle anlatmaya çalışalım: “Bir vakit iki adam hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri bencil ve talihsiz bir tarafa; öbürü Hakkı bilir, bahtiyar diğer tarafa giderler. Bencil adam, devamlı kendisini düşündüğü ve kötümser olduğu için; ceza olarak kendi kötümser bakış açısına göre pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz biçâreler, zorba ve müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından, feryat ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hâli görür. Bütün memleket sanki umumi bir matem yeri şeklini almış. Kendisi şu elemli ve karanlık durumu hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebi görünüyor. Ortalıkta ise müthiş cenazeleri ve ümitsizce ağlayan yetimleri görür. Vicdanı azap içinde kalır.
Diğeri, hakperest, iyimser ve güzel ahlaklı olduğu için haline ve görüşüne uygun şekilde güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette umumi bir şenlik görüyor. Her tarafta bir sevinç, bir şenlik, bir cezbe ve neşe içinde zikirhaneler var. Herkes ona dost ve akraba görünüyor. Bütün memlekette “Yaşasın!...” sesleri ve teşekkür havası içinde umumi bir terhisat şenliği görüyor. Öbür taraftan tekbir ve tehlil sesleri ile neşe ve sevinç içinde yeni askere alınanlar için bir davul, bir musiki seside işitiliyor.
Evvelki bedbaht ve kötümser adamın hem kendi, hem bütün halkın elemi ile elem duymasına karşılık şu bahtiyar ise, hem kendi hem umum halkın sevinci ile bir sürur ve bir ferah hisseder. Hem güzelce bir ticaret eline geçer. Allah’ a şükreder. Sonra döner öteki adama rast gelir, halini anlar. Ona der: “Sen divane olmuşsun. İçindeki çirkinlikler dışına aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhis olmayı, soyulmak ve yağmalanmak zannetmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle. Tâ şu musibetli perde senin nazarından kalksın. Hakikatı görebilesin. Zirâ nihayet derecede âdil, merhametli, halkını sever, muktedir, intizamperver, şefkatli bir Melik’ in memleketi, hem bu derece göz önünde gelişme ve olgunluk eserleri gösteren bir memleket, senin zan ve kuruntularının gösterdiği şekilde olamaz.” Sonra o bedbahtın aklı başına gelir, pişmanlık duyar: “Evet ben, içki ve sarhoşluktan divane olmuşum. Allah senden râzı olsun ki, beni cenhennem gibi bir durumdan kurtardın.” der.
Bu temsilden hakikate geçecek olursak, birinci adam inançsız veya günahlara dalmış bir gafildir. Şu dünya onun nazarında umumi bir matem yeridir. Bütün canlı varlıklar, ayrılık ve ölüm sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvanlar ve insanlar ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük varlıklar, ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elim, ezici, dehşetli evham, inançsızlığından ve yanlış anlayış ve tutumundan doğup, onu mânen azap içinde bırakır.
Diğer adam ise imanlıdır. Cenab-ı Hakkı tanır, tasdik eder. Ona göre şu dünya, Rahmanî bir zikirhane, insan ve hayvanların bir talim yeri ve insanlarla cinlerin bir imtihan meydanıdır. Hayvan ve insanlarla ilgili bütün ölüm olayları, bir terhisattır. Hayat vazifesini bitirenler bu fâni diyardan, manen sevinçli, ızdırapsız, sıkıntısız ve gürültüsüz diğer bir âleme giderler. Tâ ki, yeni vazifelilere dünyada yer açılsın, gelip çalışsınlar. İnsanlar ve hayvanlara ait yeni doğumlar ise, askere silah altına alma ve vazife başına gelmedir. Bütün canlılar vazifeli, sürurlu birer asker, istikamet içinde memnun birer memurdurlar. Bütün ses ve sadâlar, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih veya paydostan gelen şükür ve ferah yahut iş işlemenin verdiği neşeden doğan nağmelerdir. Bütün mevcudat o imanlı insanın nazarında Kerem ve Şefkat sahibi Efendisinin birer cana yakın hizmetkarı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok güzel, lezzetli ve tadlı hakikatlar imanından tecelli ve tezahür eder. Demek ki, iman bir cennet ağacı olan Tubâ ağacının manevi çekirdeği taşıyor. İnkâr ise Cehennem zakkumunun tohumunu saklıyor.
Bu gerçekleri bize İkinci Söz’ de anlatan Bediüzzaman Hazretleri, Zühre isimli eserinde de Hz. İsa’nın getirdiği gerçek dinden ve onun feyizlerinden uzaklaşan Avrupa’ ya şöyle hitap ediyor: “Acaba hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlere yakalanmış ve azaba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhiri bir surette, aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Acaba görmüyor musun ki, bir adamın küçük bir şeyden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten hayal kırıklığına uğraması sebebiyle, tadlı hayaller ona acılaşıyor. Halbuki senin uğursuz telkinlerinle kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında inançsızlık darbesini yiyen, o sapkınlık (dalalet) cihetiyle bütün emelleri kesintiye uğrayan ve bütün elemleri ondan doğan bir biçâre insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba geçici, yalancı bir cennette cismi bulunan, kalbi ve ruhu cehennemde azap çeken bir insana mesud denebilir mi? İşte sen bîçare insanlığı böyle baştan çıkardın; yalancı bir cennet içinde cehennemi bir azap çektiriyorsun. Ey İsevi dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi, âhireti ve maneviyatı görmeyen tek gözü taşıyan kör dehân ile insan ruhuna bu cehennemi durumu hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilaçsız bir illettir ki, insanı a’lây-ı illiyyin (en yüce mertebe) den, esfel-i sâfiline (aşağıların aşağısına) atar ve hayvanatın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilaç, geçici olarak hisleri iptal etme hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. (...) Seni bu hataya atıp vartaya düşüren, bir gözlü dehândır. Yani, harika uğursuz zekândır. O kör dehân ile, herşeyin Halîkı ve Rabbini unuttun... Onun icraatını hayali bir tabiata dayandırdın, Onun eserlerini sebeblere verdin. O Hâlıkın malını bâtıl mabud olan tâğutlara taksim ettin. Şu noktada ve dehân nazarında, her canlı, her insan, tek başıyla hadsiz düşmanlara karşı mukavemet etmek ve nihayetsiz ihtiyaç ve isteklerini elde etmet için çabalaması gerekiyor. Zerre gibi bir iktidar, ince bir tel gibi bir irade, geçici parıltı gibi bir şuur, çabuk söner şule gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömür ile hadsiz düşmanlara ve istek-ihtiyaçlara karşı dayanmaya mecbur oluyor. Halbuki o bîçarenin sermayesi, binlerce arzularından birisine kâfi gelmiyor. Musibete düştüğü zaman sağır ve kör madde ve sebeblerden başka derdine derman olacak birisini bulamıyor. Senin karanlık dehân, insanlığın gündüzünü geceye çevirmiş. Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için yalancı, geçici lambalarla bir aydınlık verdin. O lambalar sürûr ile insanların yüzüne tebessüm etmiyor. Belki insanlığın ağlanacak acı hallerindeki ahmakça gülmelerine, istihzâ ile bakıyorlar.
Soru: Bütün lezzetlerin imanda, bütün elemlerin inançsızlıkta olduğu nasıl izah edilebilir?
Cevap: Bir şahıs İlahi Kudret tarafından yokluk karanlıklarından şu korkunç dünya sahrasına getirilirken, gözünü açar bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birden bire düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belalar hücum etmeye başlarlar. Bir medet, bir yardım için merhamet dilenircesine tabiata ve maddi unsurlara baktığı vakit kalp katılığı ve merhametsizlikle karşılaşır. Gök cisimlerinden medet istemek üzere başını havaya kaldırır, onlar atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer düşünmeye başlar. Bakar ki, hayati ihtiyaçları bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün yalnızlık ve yabancılık duyarak hemen kulaklarını tıkar. Vicdanına sığınır. Bakar ki, vicdanı binler emeller ve ideallerle dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, Allah’ a ve Ahirete iman etmezse, onun vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı? Evet o bîçare korku ve heybetten, âcizlik ve dehşetten, vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle ümitsizlikten oluşan böyle bir vaziyet içinde olup, kendi kudretine bakar. Kudreti âciz ve noksan. İhtiyaç ve isteklerine bakar, giderebileceği bir durumda değildir. Çağırıp yardım istese, yardımına gelen yok, herşeyi düşman, herşeyi garip görür. Dünyaya geldiğine bin defa pişman olur, lanet okur. Fakat o şahıs doğru yol olan imana girip kalbi ve ruhu iman nuru ile ışıklarınsa, o karanlık vaziyeti nuranî bir hale döner. Şöyle ki, o şahıs hücum eden belaları, musibetleri gördüğü zaman, Allah’ a dayanır, müsterih olur. O şahıs ebede doğru uzanıp giden emellerini, istidat ve kabiliyetlerini düşündüğü zaman, Cennet hayatındaki edebi saadeti tasavvur eder; o edebi saadetin âb-ı hayatından bir yudum içer, kalbindeki emellerini yatıştırır. O şahıs, başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar, herşeyle yakınlık, dostluk peyda eder. Gökteki, müthiş cisimlerin hareketlerinden dehşet değil, güven ve ünsiyet hisseder ve onların hareketlerini ibret ve hayretle tefekkür eder.
Netice itibariyle: O şahıs evvelki vaziyetinde, vicdanındaki o dehşetli, vahşetli ve korkunç şiddetli elemlerden kurtulmak için tesellilerle hissini iptal ve sarhoşlukla o halleri unutmak ister. İkinci hâlinde ise, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder. Kalbini ikaz, vicdanını harekete geçirip ruhunu güzel hislerle doldurdukça, o saadetler ziyadeleşir ve ona manevi cennetlerin kapılarını açar.
Abdullah Aymaz