Hz. Yusuf Aleyhisselamın bir dostu seferden gelmişti. Hz. Yusuf, ona “Bana ne armağan getirdin?” dedi. O kimse: “Sana getirmek için ne kadar armağan aradıysam hiçbirini beğenmedim, lâyık görmedim. Sende olmayan ne var ki ve senin neye ihtiyacın olabilir ki? Ancak, senin yüzünden daha güzel hiçbir şey olmadığı için sana bir ayna getirdim. Her zaman güzel yüzünü müşâhede eyleyesin” dedi.
(Hz Mevlana Celâleddin Rumî)
Cevher ve özü iyi tanı: Hz. Mevlana diyor ki: Bu dünyada biriyle dost oluyorsun ahbaplık ediyorsun. Buna rağmen çirkin bir hareketiyle hemen senin gözünden düşüyor. İşte o zaman onu kaybetmiş oluyorsun. Onun Yusuf gibi olan yüzü kurt hâline geliyor ve sen Yusuf gibi görmüş olduğun dostunu şimdi bir kurt şeklinde görüyorsun, Yüz değişmemiş olmakla beraber, bu ârızî hareketle onu kaybettim… Sözün kısası; birbirini iyice görmek ve her insanda iğreti olarak bulunan iyi ve kötü sıfatlardan geçerek özüne varmak ve iyiden iyiye görmek lâzımdır. İnsanların birbirlerine verdikleri bu vasıflar, onların aslî vasıfları değildir.
Bir hikaye anlatmışlardı: Bir adam: “Ben falan kimseyi iyi tanırım, onun bütün sıfatlarını size sayarım.” dedi. Ona “Buyur anlat!” dediler. Adam “O, benim çobanımdı ve iki kara öküzü vardı.” dedi. İşte bunun gibi, halk da: “Falan dostu gördük, onu tanıyoruz” derler. Gerçekten verdikleri her örnek, o adamın, birisini iki siyah öküzü” olmasıyla tarif etmesi hikâyesine benzer. Halbuki bu, o kimsenin alâmeti olamaz ve bu alâmet hiçbir işe yaramaz. İşte bir insanın iyisini, kötüsünü bırakıp, onun şahsiyetinin aslına nüfuz etmek lâzımdır ki, bakalım, o kimsenin nasıl bir cevher ve özü vardır, anlaşılsın. İşte görmek ve bilmek böyle olur.
Nâzım Hikmet’in Mevleviliği: Nâzım’ın yakın dostu Vâlâ Nureddin, “Bu Dünyadan Nazım Geçti” isimli kitabında özetle şöyle anlatıyor: “Delikanlılık çağına ulaşmış Nazım Hikmet, şöyle bir şiir yazar;
“Sararken alnımı yokluğun acı
Gönülden silindi neşeyle acı
Kalbe muhabbette buldum ilacı
Ben de müridinim işte Mevlana”
Şiir bir dergide yayınlanınca, o zaman Konya Valisi şair Nazım Paşa’nın zanneden ahbab ve dostları kendisine sormuşlar. O da “Ben yazmadım. İsmi bana benzeyen birisi yazmıştır” diyor. “Senden başka Mevlevî ve şair kim var ki, yazsın?” diyorlar. Genç Nâzım, dedesine söylenen ve kendisinin verdiği cevabı, Nâzım Hikmet kendi kendine top oynarken bu konuşmaları duyunca: “Benim de ismim, dedemin gibi Mehmet Nâzım… Mevlevî şiirleri yazıyorum. Mecmuaya gönderdim. Basmışlar işte ‘Dergah’dergisinde başka şiirlerim de basıldı.” demiş. Çoğu Mevlevî olan o misafirler kalkıp Nâzım’ın alnından öpmüşler. Dedesi de dayanamamış, torununu kucaklayıp elini öpmüş.
Nâzım’ın 1920’de yani 18 yaşlarında iken yazdığı ve dedesi Nâzım Paşa’ya ithaf ettiği “Dergâhın Kuyusu” adlı şiiri şöyledir:
“Ne içli bir dua, ne içten bir âh,
Uyuyor serviler altında dergâh!..
Kaç kere gönlümü dinledi bu yer.
Tek tük kandillerde yorgun alevler
Titriyor gecenin sert rüzgarıyla
Gece sanki sönen yıldızlarıyla
Gölgeli dergahın dolmuş içine…
Bir inilti, bir ses… Bir yalvarış ne?
Ya Rabbi, ne içten anıldı adın!..
‘Ölmeden öl! Diyen bir itikadın
Gönülden duyarak ulu sesini
Ruha şifâ sunan felsefesini,
Biri zikrediyor dergâhta işte
Göklere yükselen bu inleyişte
Elemi gizlidir bir âh u vâhın.
Çoktan dervişleri yattı dergâhın.
Bu yalvaran kimdir, kim bu zikreden?!
Yoksa ağlıyor mı gönlüm bilmeden?
Gönül! Bu inilti senden mi geldi?
Hayır, işte o ses yine yükseldi.
Yine yalvarıyor, yine ağlıyor
Gözümü dumandan eli bağlıyor
İçimde yakılan bir buhurdanın.
Vuruşu duruyor kalbimde kanın.
Bir hayalet oldu yanan benliğim:
Bu kuvvetli ruh kim? Bu zikreden kim?
Kim bu varlığımı kendine çeken
Şimdi bir zulmette gölge gibi ben
O yalvaran sese ilerliyorum,
“Benliğim ölmeden öldü!” diyorum.
Böyle yürüyerek gittikçe her ân,
Gitgide geliyor gittikçe sesi yakından
Gitgide sinerken ben gölgelere
Yorgun ayaklarım çarptı bir yere.
Titredim bir taşa âni temasla
Ömrümde bu kadar korkmadım asla:
Sanki tâ kalbimi bir bıçak yardı…
Önümde bir küme karanlık vardı.
Bütün varlığımı bir an unuttum.
Yavaşça eğilip o yeri tuttum.
Dergâh kuyusunun duvarıydı bu…
Yeniden benzimi sararttı korku.
Buradan geliyordu o iniltiler!
Gönülde titrerken şüpheli bir yer
Allah’a yalvaran Allah’ın adı
Beynim içinde bir uğuldadı.
Sanki bir dakika çarpmadı kalbim…
Ey ulu Allah’ım, ey ulu Rabbim!
Kuyuda zikreden, ağlayan kimdi?
İçine eğildim… Anladım şimdi:
İsm-i Celâlini candan andıkça,
Yer yer yükselerek çalkalandıkça,
Kuyunun zulmette parlayan suyu
Kuyu zikrediyor, ağlıyor kuyu!”
(Şaban Karaköse, Dünyada Mevlanâ Etkisi. Hz. Mevlânâ Tarih Boyunca Dünyada Kimleri Nasıl Etkiledi?)