Kanada Victoria Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nde görevli Prof. Dr. Verena Tunniclife, Discover dergisinin Ekim 1991 sayısında diyor ki: “Hayatın her türlüsü enerji gerektirir ve yeryüzündeki hemen hemen bütün hayat, enerji kaynağı olarak güneşe dayanır. Fakat güneş enerjisi, yeryüzünde kendisinden faydalanabilecek tek enerji türü değildir. Yer kabuğunu harekete geçiren ve bu kabukta patlamalara yol açan enerjiyi düşünün. Aktif bir yanardağa baktığınızda, yerin içindeki radyoaktif çökmenin meydana getirdiği ısının boşta kaldığına şahit olursunuz. Bu ısı, neticede yer kabuğuna ulaşır. Karaları harekete geçiren ve dağların oluşmasına yol açan aynı nükleer enerji ile bağlantılı biyolojik topluluklar neden olmasın? Bu topluluklar güneş enerjisiyle değil de, kimyevî enerji ile neden beslenmesin?
“Çoğumuz, yerin içinden ısının kurtulmasını şiddetli olaylarla, patlamalarla ve istikrarsız fizikî şartlarla, ayrıca son derece yüksek sıcaklıklar ve zehirli gazların ortaya çıkışıyla bir arada hatırlarız. Bunlar ise hayat için hiç de olumlu şartlar değildir. Jeolojik olarak aktif bir çevrede biyolojik toplulukların ortaya çıkabileceği düşüncesi, hepimiz için bir fantezi idi. Son zamanlara kadar da, güneş enerjisinden beslenmeden yaşayabilen çok az sayıda organizmanın varlığını biliyorduk. Fakat şimdi biliyoruz ki, güneş enerjisi olmadan yaşayabilen çok sayıda biyolojik topluluklar var. Yaklaşık üç yüz çeşit mikroorganizmadan oluşan bu toplulukların keşfi, yirminci yüzyıl biyolojisinin en heyecan verici keşiflerinden birini oluşturuyor. Bu topluluklar, okyanus dibinde, yerin yüzeyine sızan ısının meydana getirdiği ortalama 400 derece sıcaklıktaki termal kaynaklarda, son derece zor ve değişken şartlarda yaşıyorlar.”
Üstad Bediüzzaman Hazretleri de 1928’lerde yani yaklaşık 65 sene önce Yirmi Dokuzuncu Söz’de şöyle diyordu: “Şu yoğunluklu ve ruha münasebeti az olan topraktan ve şu bulanıklı ve hayat nuruna münasebeti pek cüz’î olan SU’dan, mütemadiyen hummalı bir faaliyetle, letâfetli hayatı ve nuraniyetli idrak sahibi varlıkları yaratan Cenab-ı Hak, elbette, ruha çok lâyık ve hayata çok münasip, şu nur denizinden ve hatta şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektirik gibi diğer lâtif maddeden bir kısım şuurlu mahlukları vardır. Hem pek çok kesretli olarak vardır. Balık sura yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi, o nurânî sekeneler (oturup yaşayanlar) bulunur. ‘Nur, nuru yakmaz.’ Belki ‘Ateş, ışığa medet verir.’ Madem Ezelî Kudret, müşahedemize göre, en âdî maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz hayat sahibi, ruh sahibi varlıkları yaratır ve gayet ehemmiyette kesif, yoğun maddeleri hayat vasıtasıyla lâtif maddelere çevirir ve hayat nurunu herşeyde çoklukla serpiyor ve şuur ziyasıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette o sonsuz ve kusursuz kudreti ve noksansız harika hikmetiyle; nur gibi, esir gibi ruha yakın ve müsanip olan diğer lâtif ve seyyal maddeleri ihmâl etmez, hayatsız bırakmaz, cansız ve donuk bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki Nur maddesinden, hatta zulmetten hatta esir maddesinden, hatta mânalardan, hatta havadan, hatta kelimelerden hayat ve şuur sahibi varlıkları çoklukla yaratır ki, hayvanların pek çok muhtelif cinsleri gibi pek çok muhtelif ruhânî mahlukları, o lâtif ve seyyal maddelerden yaratır. Onlar bir kısmı meleklerdir bir kısmı ruhanilerdir ve cinnîlerdir.”
Üstad Hazretleri bu gerçeği kabul etmeyenlerin durumunu göstermek için şöyle, bir temsil getiriyor. İki adam… Biri bedevî, vahşî, biri medenî ve aklı başında olarak arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir haneye, bir fabrikaya rast geliyorlar. Görüyorlar ki, o hane; amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acip bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hanenin etrafı da ruh ve hayat sahibi varlıklarla doludur. Fakat onların geçim vesileleri ve özel hayat şartları vardır ki, onların bir kısmı sadece bitkilerle beslenmektedir. Diğer bir kısmı da balıktan başka bir şey yemiyorlar. O iki adam, bu hali görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki uzakta binlerce güzellik ve tezyinata sahip saraylar, yüce ve yüksek köşkler görünüyor. O sarayların ortalarında geniş tezgahlar, geniş meydanlar bulunmakta. O iki adam, uzaklık sebebiyle, veyahut göz zayıflığı ile veya o saraylarda yaşayanların gizlenmesi sebebiyle; orada oturanlar o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hanedeki hayat şartları , o saraylarda bulunmuyor. O vahşî bedevî, hiç şehir görmemiş adam, bu sebeplere göre, görünmediklerinden ve buradaki hayat şartları orada bulunmadığından şöyle diyor: ‘O saraylarda oturanlar yoktur, oralar boştur, onların içinde ruh sahibi canlı bulunmaktadır.’ Böylece … Ve bedeviliğin en ahmakça bir hezeyanı yapıyor. “İkinci adam der ki: ‘Ey bedbaht! Şu hakir, küçük haneyi görüyorsun ki, ruh sahibi amelelerle doldurulmuş. Ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak bu hane etrafında boş bir yer yok; hep hayatlı ve ruh sahibi varlıkla doldurulmuş… Acaba hiç mümkün müdür ki, şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli süs ve tezyinatın, şu sanatlı sarayların, kendilerine münasip yüce ve yüksek yaşayanları bulunmasın! Elbette o saraylar umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka hayat şartları vardır. Evet, onlar ot yerine belki börek yerler; balık yerine baklava yiyebilirler: 1- Uzaklık sebebiyle. 2- Veyahut gözünün kabiliyetsizliği. 3- Veya onların gizlenmesiyle sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. ‘Görmemek yokluğu delalet etmez. Görünmemek olmamaya delil ve hüccet olamaz.’
“İşte şu temsil gibi, büyük gökcisimleri, yücelerdeki büyük kütleler ve müthiş seyyar cisimler içinde, dünyanın hakirliğine katı ve yoğun yapısına rağmen bu kadar hadsiz ruh sahibi, şuur sahibi canlıların vatanı olması, en değersiz, en çürümüş ve kokuşmuş parçaları dahi, birer hayat kaynağı kesilmesi, küçük canlıların toplandığı birer mahşer meydanı olması, zarurî olarak apaçık bir şekilde, evleviyetle, sâdık bir sezgi ile ve kesin bir yakîn ile, delâlet eder, şahitlik eyler, ilan eder ki: Şu nihayetsiz fezâ-yı âlem ve şu muhteşem gökler, burçlarıyla, yıldızlarıyla hayat sahibi, şuur sahibi ve ruh sahibi varlıklarla doludur. Nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, sesten güzel kokudan, kelimelerden, esir maddesinden, hatta elektirik’ten ve sair lâtif seyyal maddelerden yaratılan o canlılara, o şuurlu ve ruh sahibi varlıklara, Muhammed Aleyhisselamın getirdiği o parlak şeriat ve Kur’an-ı Muciz’ül-beyan, melâike, can ve ruhânîler’ diyerek isimlendirir.”
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin yazdığı Yirmi Dokuzuncu Söz’ün Birinci Maksad’ının bazı bölümlerin aktardığımız ifadelerde bunlar var… İnşaallah hepsi birden mütalaa ve müzakere edilirse, daha güzelliklere şahit olunacaktır, inşâallah…