Biz 1979 Martta M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin dört mektubundan birisini Melekler Hareketinin Başındaki zata, birisini Hütenbergteki Dalaylamanın Merkezine, birisini de Viyana Kardinalliğine teslim ettikten sonra Roma’ya gittik. Önce İslamî İlimlerin öğretildiği Enstitüye gittik. Orada daha sonra Rektör olan, o anda Rektör Yardımcısı olan profesörle görüştük. Koltuğunun altında bir dosya vardı. “Ben beş senedir, Taliban üzerine çalışıyordum, artık şimdi ders vermeye başladım” dedi. Ben hayret ettim. Çünkü Zaman gazetesinin yayın yönetmeni idim ama Talibanı duyalı bir sene olmuştu. (Daha sonra gazeteye dönünce dış haberlerin başındaki Mustafa Beye sordum, o da ‘Ben de bir senedir biliyorum’ dedi. Halbuki o Mısırda okumuş, Arapça ve İngilizcesi mükemmel, hem de İslam Dünyası üzerine haberleri dikkatle takip eden bir uzmandı.) Benim hayret edişim karşısında bu Rektör Yardımcısı bana ‘Ne yani?.. Biz Fethullah Gülenin genetik kopyalama konusundaki düşüncelerine çok merak ederiz!’ dedi. O günlerde koyunlar üzerine kolonlama çalışmaları yapılıyordu. Burada 26 saat her hafta Arapça dersi veriliyor ve diğer İslamî ilimler okutuluyordu. Yani yaşayan İslam ve İslamî Hareketler üzerine de Üniversiteden sonra beş senelik bir eğitim ile uzman yetiştiriyorlardı.
1935’te Tunus’ta açılan bu Enstitü Cezayir olaylarından dolayı 1965’te Vatikan’a taşınmıştı. Dünya çapında uzmanlar bu müesseseden çıkmıştı. Bunlardan birisi de Amerikalı Prof. Dr. Thomas Michel S. J. idi. Onun “Muslim-Christian Dialogue and Cooperation in the Thought of Bediüzzaman Said Nursi” bir tebliği var. Bu tebliği Kastamonu Lâhikasının 59. Mektubatında Üstad Hazretlerinin İkinci Dünya Savaşındaki sıkıntılar üzere yazdığı şu sözlerden dolayı yazmıştır:
“Şiddet-i şefkat rikkaten, bu kışın şiddetli soğuğu ile beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, açlıklar –şiddetli rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki; Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle semâvî musibet masumlar hakkında bir nevi şehidlik hükmüne geçiyor. (…) hir zamanda madem FETRET derecesinde din ve dini Muhammediye’ye (S.A.S.) bir lakaytlık perdesi gelmiş ve madem hir zamanda Hz. İsa Aleyhisselamın hakikî dini hükmedecek, İslâmîyetle omuz omuza gelecek.
“Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hz. İsa Aleyhisselama mensup Hıristiyanların mazlumları çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehitlik denilebilir. Bilhassa ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve nankörlüklerinden ve felsefenin dalâletinden ve inkâr ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır, diye hakikaten haber aldım. Merhametlilerin en merhametlisi olan cenab-ı Hakka hadsiz şükrettim ve o elim elem ve şefkatten teselli buldum.”
Vatikan’ın (Papalığın) Dinlerarası Diyalog için Cizvit Sekreteryasının eski Genel Sekreteri ve Asyalı Piskoposlar Konferansları Federasyonunun ekümenik sekreteri olan Prof. Dr. Thomas Michel bu tebliğinde şöyle demektedir:
“Anadolu tarihinin en trajik dönemlerinden biri esnasında eserlerini yazan Said Nursi, bu şekilde bir çok masum insanın da öldüğü realitesini gözardı etmez. Yaşadıkları zamanın trajik hadiselerinin kurbanı olan Müslümanlar kadar masum Hıristiyanların durumunu da temas ederek ilgisini yalnız kendi cemaatine hasreden sekteryan sadakatin üstüne çıkması, ona şeref kazandıran unsurlardan biridir. ‘Hatta o mazlumlar kâfir de olsa’ der Said Nursi, ‘ hirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belâlara mukabil Allah’ın rahmet hazinesinden öyle mükâfâtları var ki, eğer gayb perdesi açılsa o mazlumlar haklarında büyük bir rahmet tezâhürü görünüp ‘Yâ Rabbi.. Şükür.. Elhamdülillah’ diyeceklerini bildim ve kati bir surette kanaat getirdim.”
“Said Nursî, masum insanların çektikleri acıları gördüğünde fıtratındaki şefkat ve rikkatin galeyana geldiğini söylemekte ve ‘şiddet-i şefkat ve rikkatten bu kışın soğuğu ile beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve insanlığın başına gelen musibetten biçarelere gelen feryatlar, helâketler, felâketler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu’ demektedir. O, böylesi şartlarda ölen bu masum insanların hangi dinden olursa olsun bir nevi şehit hükmünde olduğunu söyler ve onların ‘Mükâfâtı büyüktür; belki onu Cehennemden kurtarır’ der. ‘Elbette’ diyerek şu hükmü verir: ‘… Şimdi fetret gibi karanlıkta kalan ve Hz. İsa Aleyhisselama mensup Hıristiyanların mazlumlarının çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehitlik denilebilir.’ Başkalarına zulmeden ve komşularına karşı kötülük yapan gaddar ve zâlimler ise Allah tarafından cezalandırılacaktır.
“Said Nursî, kötülük yapanların aksine: ‘Eğer o felâketleri çekenler mazlumların imdadına koşanlar, insanlığın istirahati için ve dini esasları ve semavî mukaddesleri ve insanlığın hukukunu muhafaza için mücadele edenler ise elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onların hakkında şeref vesilesi yapar, sevdirir.’ diyerek ekler… Başkasını anlamak ve kendisini onun yerine koyma noktasındaki bu isteklilik ve başka dînî cemaatlerin mensuplarının yaşadığı acılar ve sevinçlerle bu şekilde hemhâl oluş, hayatına İlahî öğretinin rehberlik ettiği dürüst bir insan oluşun nişanesidir. Dindar bir ferdin geniş ufku, kâhir bir ekseriyetle, kendi cemaatinin meşakkat ve başarılarının ötesine uzanmaz.”
Thomas Michel “Bediüzzaman Said Nursi’nin Düşüncesinde Müslüman-Hıristiyan Diyaloğu Ve İşbirliği” başlıklı bu tebliğinin devamında “Said Nursi, yaşadığı yıllar boyunca, hatta Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ve onları takip eden yıllar gibi, Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında büyük gerilimlerin yaşandığı anlarda, Müslüman-Hıristiyan Diyaloğu meselesi üzerinde kafa yormuş ufuk açıcı bir düşünürdür.”
Şu anda bu emeklilik yaşında Tayland’da bir üniversitenin Rektörlüğünü yapmaktadır. Hizmet ve Hocaefendi hakkında müsbet düşünceler ve duygular taşımaktadır.