“Allah bize yeter, O, ne güzel Vekildir.” (3/173) âyetinin tefsirine devam ediyoruz. Üstad Hazretleri, fâni hayatta içimizdeki sonsuzluk aşkını nasıl teskin edebileceğimizi de bu âyete dayanarak izah ediyor:
“Hem gayet katî bir surette hissettim ve o îmanî şuur ile hakkalyakîn bildim ki; fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı bekâ; Bâki-i Zülkemâl’in bekâsına, varlığına iki cihetle bakarken, enaniyetin perde çekmesiyle, mahbubunu kaçırmış, aynasına perestiş etmiş bir serseme dönmüş gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli sonsuzluk aşkı; bizzat ve sebepsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen kemâl-i mutlak bir isminin gölgesi vasıtasıyla mâhiyetimde hükmedip, o aşk-ı bekâyı vermiş ve muhabbet için hiçbir illet ve hiçbir garazı ve zatından başka hiçbir sebep iktiza etmeyen kemâl-i zâtî perestişe kâfi ve vâfi iken –sâbıkan beyan ettiğimiz ve herbirisine bir hayat ve bir bekâ değil, belki elden gelse binlerce dünya hayatı ve bekâ feda edilmeye lâyık olan- mezkûr bâkî meyveleri dahi ihsan etmekle, o fıtrî aşkı şiddetlendirmiş hissettim. Elimden gelseydi vücudumun bütün zerreleriyle HASBÜNALLAHÜ VE Nİ’ME’L-VEKİL diyecektim ve o niyetle dedim. Ve bekâsını arayan ve bekâ-yı İlahîyi bulan ve şuur-u îmânî –ki, bir kısım meyvelerine daha önce geçtiği üzere ‘Hem… hem… hem…’ler ile işaret ettim. Bana öyle zevk ve şevk verdi ki, bütün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin kalbimde nefsimle beraber, HASBÜNALLAHÜ VE Nİ’ME’L-VEKİL dedim.
Birinci Mertebe burada bitiyor ve “İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye” başlıyor. Üstad Hazretleri tam bu günlerde yaşadığımız sürece benzer bir gadir ve zulüm dalgasından bahsederek bizlere kestirme çıkış yolunu gösteriyor:
“Fıtratımdaki hadsiz acizliğimle beraber, ihtiyarlık, gurbet, kimsesizlik ve tecridim içinde, ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbimde dedim: ‘Elleri bağlı, zayıf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O biçarenin –yani benim için- bir dayanma noktası yok mu?’ diye ‘Hasbünallahü Ve ni’me’l-Vekil’ âyetine müracaat ettim. Bana bildirdi ki; ‘İmanî intisap tezkeresiyle Kadir-i Mutlak öyle bir sultana dayanırsın ki, yer yüzünde her baharda dört yüz bin milletten mürekkep nebâtât ve hayvanat ordularının bütün cihaz ve donanımlarını mükemmel bir intizamla vermekle beraber, her sene ağaçlar ve kuşlar denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni elbiseler giydirir, urbalarını ve formalarını değiştirir… Tavuğun ve kuşun fistanlarını ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi dağın elbisesini ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir… Ve başta insan olarak, hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medeni insanların son zamanda keşfettikleri et ve şeker vesair taamların hülâsaları gibi belki yüz derece o medenî hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nevinden tohum ve çekirdek denilen Rahmanî hülâsalara koyup o hülâsaları dahi, onların pişirmelerine ve intisatlarına (yayılmalarına) dair kaderi tâifeleri içine sarıp muhafaza için küçücük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandukçaların îcadı ‘kâf-nun’ fabrikasında o kadar çabuk, kolay ve çoklukladır ki, Kur’an der: ‘Bir emir ile yapılır.’ Hem o umum hülâsalar, bir şehri doldurmadığı ve birbirine benzedikleri ve aynı madde oldukları halde, Rezzâk-ı Kerim onlardan bir yaz mevsiminde pişirdiği gayet çeşitli ve leziz yiyecekler, zeminin bütün şehirlerini bir cihette doldurabilir.
“İşte sen, imânî intisap tezkeresiyle böyle bir dayanma noktası bulabildiğinden hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin. Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir mânevî kuvvet buldum ki, değiş şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okutturabilir imanî bir iktidar hissederek bütün ruhum ile ‘HASBÜNALLAH’I VE Nİ’ME’L-VEKİL’ dedim. Hadsiz fakrım ve ihtiyacım cihetinde dahi bir meded isteme noktası için yine o âyete müracaat ettim. Bana dedi ki: ‘Sen memlûkiyet ve ubudiyet intisap ve irtibatı ile öyle bir Mâlik-i Kerim’e mensup ve iâşe defterinde mukayyetsin ki; her bahar ve yazda gaybtan ve hiçten umulmadığı yerden ve kuru bir topraktan kaldırır, indirir tarzında yüz defa zemin sofrasını ayrı ayrı yemekleriyle tezyin eder, serer. Güya zamanın seneleri ve her senenin günleri, birbiri arkasından gelen ihsan meyvelerine ve rahmet taamlarına birer kap ve bir Rezzâk-ı Rahîm’in küllî ve cüz’î ihsânat mertebelerine birer meşher ve sergilerdir. İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlak’ın kulusun. Kulluğuna şuurun varsa, senin elîm fakrın (muhtaçlığın) leziz bir iştiha olur.’ Ben de o dersimi aldım. Nefsimle beraber ‘Evet, evet, doğrudur’ deyip Allah’a tevekkül ederek ‘Allah bize yeter. O, ne güzel Vekil’dir’ dedim.”
Fetih Suresinin 4. Ve 7. Âyetlerinde “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” (48/4-7) buyurulmaktadır. En küçük atom zerresinden sinekten, karıncadan gökteki meteorlara ve yıldızlara kadar her şey onun memuru, askeri ve ordularından bir orduda nefer… Ama O’nun memuru O’nun askeri. Onun için bir sinek Nemrut’u, öldürüyor, karıncalar da Firavunun sarayını yıkıyorlar. Bir mikrop, koskoca bir cebbar zâlimi gebertiyor. Çünkü, sineğin de, karıncanın da, mikrobun dayanma noktası Cenab-ı Hakkın kudreti… “Allah bize yeter. O, ne güzel Vekildir.” diyen Üstad’ın da nokta-i istinadı da Allah’tır. Onun için ona karşı ordular da saldırıya geçse de hiçbir şey yapamazlar. Bizler de gerçekten inanarak günde 500 veya 5000 defa “Hasbünallahü Ve ni’me’l-Vekil” diyerek O’na dayanalım ve O’na güvenelim…