Halıcı Hüseyin ağabeyin dükkânında Ahmet Feyzi ağabey sohbet ediyordu. Bir avukat (İzmir Torbalı’dan Avukat Ethem Sarıoğlu olabilir) geldi ve ezberinden çok güzel şeyler okudu. Ahmet Feyzi ağabey, bunları kim söylemiş? diye sordu. O da “Ahmet ağabey sen bunları bana askerde iken mektup olarak yazıp göndermedin mi?” dedi. Ahmed Feyzi ağabey: “Fe sübhanallah! Hayret! Bunları ben mi yazmışım?” dedi hayretle.
M. Fethullah Gülen Hocaefendi, Ruh ve Ötesi makalesi üzerine, “Ben meselelerin üzerinde bu kadar durulduğunu unutmuşum. Araştırma yapacak arkadaşlar için bir kaynak olur inşaallah… Üzerine söyleyecekleri çok şeyleri olabilir.” dedi. İnşaallah bunlar üzerine akademik bir çalışma olur…" ifadelerini kullanıyor. Bir güzel mânânın başka bir dilde ifade edilebilmesi için en azından ulaştığı mâna incelik derinliğine göre ne ifade ettiğini bilme hususunda yeterli seviye gereklidir. Bu da motamot tercüme ile mümkün değildir. Şu görevin getirdiği hercü merc zannediyorum, bizim insanlarımızı bu seviyeye ulaşmaya mecbur edeceğe benzer. Zaten Fethullah Gülen Hocaefendi‘nin tavsiyeleri de böyle: “Keşke İslam hakikatlerini bütün dünya insanlarının anlayacağı şekilde anlatabilseydik. Değişik alanlardaki insanların iman hakikatlerini görmesini sağlama… Meseleyi insanların ışığa uyanması esprisine bağlı götürme… Yemek yemede bile bir üslup takip edilmesi gerektiğine göre, tebliğ ve irşad gibi insanların sonsuz hayatını ilgilendiren bir işte üslup ne denli önem arz ediyor, üzerinde düşünülmesi gerek.”
“İnsanın bilhassa Hizmet adamının emeklisi olmaz; rahmetlisi olur” anlayışına sahip kimselerin kendilerini salıvermeleri, aslî vazifelerini unutup terketmeleri mümkün olmasa gerek. Herkese Yaradanı tanıtmak, onu anlatmak en büyük görevi ve hedefi olanların bunun için dertlenmeleri ve çare aramaları gerekir. Izdırap duyma ve dertlenme ise en yeni buluş ve keşiflerin de kaynağıdır. Bir çare için çırpınanları da Cenab-ı Hak hiçbir zaman ilhâmsız ve çaresiz bırakmaz. Bu hususta Hocaefendi şöyle diyor: “Durağanlığı terke edip, bulunduğumuz yerde, meşgul olduğumuz sahada elimizden gelen gayreti gösterip hep O’nu (c.c.) hecelemeliyiz.”
Hocaefendi hadislerin Ricali okunurken, “Kadisiye Savaşı'nda, Persliler Sahabe efendilerimizi görünce onlar hakkında divan diyorlar. Evet, onlar divan; dev insanlar.” diye izahta bulundu. Hocaefendi, yine rical okunurken, “Bir günde yüzlerce rekât namaz kılanlar olduğu naklediliyor? Nasıl kılar bir insan bir günde bu kadar namaz? Herhalde bast-ı zamandır. Bir arkadaşınız, 25 yaşına kadar kıldığım namazları kaza edeyim demiş. Önüne saat koymuş. Kırk rekât kılmış, saate bakmış beş dakika geçmiş. Siz kendinizi O’na verirseniz O da size vakti genişletir. ‘Siz sözünüzde durun, ben de ahdimi yerine getireyim’ buyuruyor O.” ifadelerini kullanıyor. Bast-ı zaman, zamanın genişleyip çoğalması, demektir. Ağlak bir şekilde, şikayetler edip dövünüp durmak insanı inkisara ve ümitsizliğe sevk eder. Bu düşülen durumdan kurtulup çıkmanın çaresi ne ola ki diye düşünmek, insana Allah’ın inayetinin ulaşmasına ve kalbine kurtuluş çarelerinin doğmasına vesile olur. Çaresizliğe alışma ve kötü durumu kabullenme insanı insanlıktan çıkarır. Zafere ulaşanlar, çırpınıp çare arayanlardır. Kafasını yere eğen tâcidarın tacı başından düşer. Zulme kötülüğe baş eğenlerin de kalplerinden insanlık ve ahsen-i takvim tacı düşüp yerlere yuvarlanır.
“Dert çok, derman yok, düşman kavi, talih zebun diyor, Fuzulî. Ben bir iki kelime değiştiriyorum bunu; “Dert çok ama derman da çok. Düşman kavi ama talih zebun değil.” Ye’se düşmedik. Cenab-ı Hakk’ın inayetine inancımız tam. Lütfeden O’ydu, lütfedecek olan da O’dur. Mebdede beş on talebeye bir çardağın altında ders veriliyordu, ama sanki cihanı fethetmiş gibi bir his içindeydik. O günden bugüne Cenab-ı Hak neler lütfetti. Bugün dünyanın dört bir tarafında eğitim müesseselerimiz var. Bazı yerlerde elimizden alındı. Kim bilir bu da, -kendi adıma- yapılanları kendimizden bilmenin bir sonucu, olabilir diye düşünüyorum.”
“Hazımsızlık bir cinnettir, tımarhanelerde bile tedavisi kabil değildir.” Bunların yapmayacakları kötülük yoktur.” Hocaefendi, haset ve hazımsızlık sebebiyle çeşitli kötülüklere ve cinayetlere teşebbüs edenlere, misliyle mukabeleye İslam’da izin verilmesine karşılık, hikmet ve şefkat esasları üzere kurulmuş bir Hizmet‘in mensuplarının misliyle mukabeleyi bile zâlimane bir kâide gibi görmeleri gerektiğini tavsiye ediyor. Zaten Üstad da öyle diyordu. “Lâ darara ve lâ dirar” Yani İslamiyet'te “Zarar verme de yoktur, zarara zararla mukabelede bulunma da yoktur.” Hadislerde: “Dualara en hızlı icabet edileni müminin gıyabında mümin kardeşine yaptığı duadır” buyrulur.
Alvar İmamı; “Ne ilmim var, ne a’mâlim. Ne hayr u taate kaldı mecalim. Garik-i isyanım. Çoktur vebalim. Ya Rab rûz-i mahşerde ne ola halim” derdi. Kutub gibi bir insan ama duygu ve düşünceleri bu.” diyor Hocaefendi. İşte irşad ve nasihata Kutub gibi tesirli Mürşid olan Efe Hazretleri‘nin kendisine bakışı bu ise, biz kendimize nasıl bakmalıyız?
Hocaefendi, yer yer merhum Salih Efendi‘den çok güzel bahislerde bulunurdu. Onun Allah’a, İslam'a ve ilim insanlarına saygı ve hürmetini öğerek bahseder. Bir seferinde onun hakkında şöyle dediler: “Çöğenderli Salih Efendi bilinmeyen velilerdendi. Hazımsızlığın olmadığı biri olarak gördüm. Emsal arasında tenafüs olur. Aynı meslekten aynı yaşlarda ama bunu problem yapmadan sindirebilme, çok güzel bir haslettir.” Hocaefendiye talebelerden biri; “Konu ile ilgili eserlerde şöyle bir bahis var” deyip şu metni okudu: “Hizmet bizde başlasın, bizde bitsin düşüncesinde, şeytanın desisesi olma ihtimali vardır. Hakperestlik, Hakk’ın hatırının âlî tutulmasını iktiza eder. O noktada Hakk’a hizmet eden her el öpülür. Her düşünce saygı ile karşılanır. Öbür âlemde Hakk’ın inayet ve ihsanı, bizim hendesemize göre cereyan etmeyecektir. O, salim ve iman dolu gönülleri, hakikat gamzeden simaları arayacak ve bulacaktır.
Öyle ise, ey ebed yolunun yolcuları! Nâmütenâhi bir zaman içinde beraber olacağınız kimselere karşı, davranışlarınızı ayarlarken, dünya ile biten kin ve nefretlere, hodgâmlık vehasetlere göre değil; buradan intikalle başlayan ebedî âleme göre ayarlayınız! Ayarlayınız da, şu dirilişimizi yozlaştırmayınız! Ve kat’iyen biliniz ki, dünya üzerinde cereyan eden bu büyük kavgada mücadelenizin hakikî hedefini tayin etmedikçe, gerçek hasımlarınızın elinde oyuncak olmaktan kurtulamayacak ve muvaffakıyet ümit ettiğiniz her yerde hüsrana maruz kalacaksınız!..
Öyle ise gelin! Gören, bilen ve nigehban olanın huzurunda ahd ü peymanda bulunalım! Millet ve mazi düşmanlığı ölsün, bizler, o mezarın başında ister imam olalım, ister mezarcı… Bu kasvetli bulutlar gitsin, bir güneş doğsun, ister sultan olalım, ister dilenci!..” Evet, Hocaefendi aynen böyle diyordu. Ama söyleme ayrı, o sözleri yaşama apayrı… Onun için Hocaefendi okuma bitince; “Cenab-ı Hak, dediklerimizi yaşamaya muvaffak kılsın. Yoksa Akif’in dediği gibi; “Heyhat, böyle yolda düşen uyku derdine / Yolcular gider de o kalır kendi kendine.” buyurdular.
O günlerde Mehmet Ali Şengün hocamızın vefat acısı taze idi. Onun için onunla ilgili hatıralar anlatılıyordu. Merhum Mehmet Ali abinin ruhunun ufkuna yürümeden birkaç gün önce görülen bir rüya aktarıldı. Bunun üzerine “Samimiyet, ihlas, vefa; hissedilmeksizin, insanı zirveleştirir.” buyurdular.