Çetin Bey anlattı:
Bizim büyük amcamız Abdülhamid taraflısı imiş… İttihad Terakki taraftarları ile devamlı çatışıyorlarmış. İş iyice kötüye gidince ona “Sen şimdi buralardan biraz kaybol!.. Kendini unuttur” demişler. O da İstanbul’a gitmiş Pera Palas civarında lüks bir lokantada yemek yiyormuş; iki yabancı konsolos kafaları çekip sarhoş olunca başlamışlar Abdülhamid’e ve hanımına küfretmeye. Amcamız yavaşça yanlarına yaklaşıp, “Onlar benim annem, babam; hemen sözlerinizi geriye alıp özür dileyin!” demiş. Ama onlar yine aynı şekilde edepsizlik ve terbiyesizliklerine devam edince, tabancasını çekip, kafalarına birer tane sıkmış. Oradan hızlıca ayrılmış. Bunlar ölünce ülkeleri ayağa kalkmış ve Sultan Abdülhamid’e “Bunu yapanı derhal bul ve hemen cezasını ver!” diye baskı yapmaya başlamışlar. Ama o da bunu kimin işlediğini ve bunları niçin öldürdüğünü bilmiyormuş. Onun için istihbaratı bu işe tahsis etmiş. Herkes onu arıyormuş. O da, şehir şehir kaça kaça tâ Bayburt’a varmış. Sabah namazını camide cemaatle kıldıktan sonra şöyle bir dolaşayım demiş. Bir tane caddesi varmış. Bir gitmiş gelmiş, bakmış başka gezip dolaşacak yeri yokmuş. Manifaturacı esnaftan birisi bunu görmüş ve dükkanına çağırmış. “Evladım, sen tahsilli ve iyi bir insana benziyorsun, anlaşılan buranın yabancısısın… Hem de bir derdin olmalı… Beni baban bil, ne sıkıntın varsa bana güzelce anlat, ben elimden geleni yaparım.” demiş. Güven verici bir simaya sahip bu esnafın bu samimi sözleri üzerine başından geçenleri anlatmış. O zaman “Benim dükkanımın alt tarafında kimsenin girip çıkmadığı bir yerim var. Seni orada saklayayım. Zaman geçip senin meselen unutulunca ayrıca bir çare düşünürüz.” demiş ve amcamızı orada saklamış… Altı ay, evinden yemek taşıyıp ona güzelce bakmış…
Fakat Abdülhamid’in hafiyeleri izini süre süre Bayburt’a gelmişler. Ortalıkta amcamızı bulamayınca, ev ev, dükkan dükkan, aramaya karar vermişler… Bunu duyan manifatura sahibi, “Evladım durum ciddi. Yarın Haleb’e bir kervan gidiyor… Kıyafet değiştirerek sen de katıl ve buradan ayrıl.” diyor. Denilen uygulanıyor ama tam kervan Haleb’e varınca amcamızı yakalıyorlar. Telgrafla Sultan Abdülhamid’e bildiriyorlar. O da “Sakın bu durumu ifşa etmeyin ve kimseye bildirmeyin. Ona dokunmayın, hiçbir şey sormayın. Hem kibar ve nazik davranın. Onu ben sorgulayacağım. Gizlice benim yanıma getirin.” diyor.
Hiç eziyet etmeden amcamızı Haleb’ten alıp İstanbul’a getiriyorlar. Saraya götürüyorlar. Abdülhamid “Bahçede dolaşsın… Ben pencereden önce onu bir seyredeceğim” diyor. Abdülhamid, Kıyafet İlmi de bildiğinden, insanların simasından, tavırlarından bir şeyler anlar ve haklarında isabetli tespitler yaparmış. Bahçede dolaşan amcamızın yarım saat izliyor. Sonra da yanına çağırıyor:
“Sen bunları daha önceden tanıyor musun?” diye soruyor. “Hayır” diyor. “Peki niye öldürdün?” diyor. “Sultanım bunlar benim anneme, babama sövdüler!..” diyor. Abdülhamid “Seni ve anne babanı tanımayan bu insanlar, durup dururken niye küfretsinler ki?” diyor. O da “Sultanım siz bizim anne ve babamız değil misin? Onlar içip içip sarhoş olduktan sonra ismen siz babamıza ve validemize sövüp saymaya başlayınca yanlarına yaklaşıp küfürlerini geri alıp, özür dilemelerini söyledim. Onlar benim annem-babam, dedim, özür dilemedikleri gibi küfürlerine devam ettiler ben de dayanamadım, kafalarına birer tane sıktım… Cezama râzıyım!” diyor.
Sultan Abdülhamid, “Sen bilmeden çok hayırlı bir iş yapmışsın… Bunlar fitnenin başı idiler. Şimdi sen dile benden ne dilersin?” diyor. Dicle üzerinde bir taşıma hakkı talep ediyor. Sultan “Yok sen tahsilli bir gençsin… Kimlik değişikliği ile seni Miralay rütbesiyle Haleb’e vâli tayin ediyorum. Hemen vazifenin başına git” diyor. Resmi evrak, giyim kuşam ona göre ayarlanıp yepyeni bir isim ve kimlikle amcamız Haleb’e gidiyor.
Haleb’e varınca, esnafla tanışıyor. Gelen giden kervanlar ve kafileler hakkında bilgi alıyor. Sonra da “Eğer Bayburt’tan şu isimli kumaş tüccarı gelirse, bana bir haber gönderin” diye tenbih ediyor…
Günlerden bir gün kendisine haber gelince, iki görevliye “Falanca kişiyi hiç incitmeden, saygıyla davranarak, “Efendim sizi vâli çağırıyor, sizinle görüşmek istiyor”, diyerek yanıma getirin.” diyor. Onlar da gidip onu buluyorlar ve davet ediyorlar. O “Benim vali beyle ne işim olabilir ki?” diyor. Onlar “Efendim, biz meseleyi bilmiyoruz. Siz kendisiyle görüşürsünüz, buyurun gidelim.” diyorlar. Valilik binasına giriyorlar. Büyük salonda resmi giyimli vali bey bir baştan bir başa gayet ciddi şekilde volta atıyor. Bayburtlu bir müddet bekliyor… Sonra amcamız yanına gelip “Ya baba, beni tanımadın mı?” diye soruyor. O, şöyle dikkatlice bakınca “Sen ölmedin mi?” diyor. O da “Yok baba… Aslında ben çok iyi, çok hayırlı bir iş yapmışım onun için Sultan beni işte böyle mükafatlandırdı. Bak, sen beni altı ay valide ile nasıl baktınsa, ben de sizlere öyle bakmak istiyorum. Kışın Bayburt soğuk olur, Halep iyidir. Benim yanımda valilik konağında kalacaksınız. Yazın da burası çok sıcak olur, Bayburt yayla sayılır, o zaman oraya gideceksiniz…” İtiraz istemem diyor…
Evet bizde “devlet anamız, padişah babamız” diye bir anlayış vardı. Anne tarafından seyyid olduğu güvenilir şahsiyetler tarafından ifade edilen Osmanlı hanedanının pek çok padişahları gerçek bir baba gibi davranarak devlet ananın imkanlarından halka istifade ettirip onların faydalanmalarını sağlamışlardır…