Gerçekten Güzel olan İslamiyet'in
güzelliğini neden anlatamıyoruz diye, 2001’de bazı notlar almışım; onlar
üzerinde durmak istiyorum:
“Birincisi, dil ve terminoloji eksikliği… İslâmî ve tevhidi kavramlara ve bunların taşıdığı mânalara çok yabancılar. Meselâ biz “Allah” derken anladığımız Rabbülâlemîn ve Esmâ’ı Hüsnânın Sahibi Zat mânaları, uzun zaman kötü niyetli mütercimlerin kasten hâşa, Allah bir put ismidir şeklinde takdim ettikleri mânası ne kadar gerçekten uzak. Öyle zanneden yabancıların İslamiyet'e bakışları, pagan inancındaki bir Afrika kabilesinin putperestlerinin inancı olarak görmesi kaçınılmazdır. Artık şimdilerde bunlar bir derece aydınlanmıştır ama hâlâ pek çok İslamî gerçekliklerden haberleri yoktur.
İkincisi, oryantalistlerin son yüzyıllarda kasten “bilimsel tarafsızlık” maskesi altında yanlış ve yarım İslam telkinlerinin meydana getirdiği kargaşa…
Üçüncüsü, ortaokul ve liselerde okutulan din dersi, tarih, coğrafya ve sosyal bilimler derslerinde ve ders kitaplarında İslâmiyet'in yanlış anlatılması. Bu konu ile alâkalı rahmetli Prof. Dr. Abdülcevad Falaturî’nin çok muhtevalı bir araştırması vardır.
Dördüncüsü, medyanın İslâm karşıtı tutumu ve buna dayalı olarak bazı siyasî Partilerin ve siyasetçilerin İslâm düşmanlığını körükleme ve bilgisizlikten kaynaklanan ve medya tarafından oluşturulan ‘İslam=terör, Müslüman=terörist' korkusunu beslemektedir.
Her şeyden önce bizim, bizi kabul eden bu toplumların dillerini ve kültürlerini öğrenerek, kanunlarına saygılı olarak, İslamî güzelliklerine bağlı kalmak şartı ile entegre olmaya yani bu mozaik içinde kendi güzel rengimizle çiçek açıp, toplumlara bir zenginlik katmaya çalışmamız gerekmektedir.
İnsaniyet-i kübrâ yani büyük ve gerçek insanlık olan İslamiyet'i güzellikleriyle yaşayarak temsil edip, dil ile değil de hâl ile göstermeliyiz. Kalpten kalbe yol vardır anlayışı ile sadece göstermelik değil samimi biçimde güzellikleri arz etmeliyiz. Her insanın ruhunda iyiliklere, güzelliklere temâyül vardır.
Ayrıca ortak yönlerimize vurgu yapmalıyız. Semavî dinlerdeki Allah’a meleklere, kitaplara, âhiretin varlığına, peygamberlere ve kadere iman konularına… Kur’an’ın Meryem Suresiyle Hz. Meryem’e, Âl-i İmran Suresiyle Hz. Meryem’in babası ve Hz. İsa’nın dedesi İmran’a yer vermesine vurgu yapmalıyız.
Yaklaşık otuz sene önce Hz. Meryem üzerine Kur’an ve hadis-i şeriflerdeki esaslara dayanarak şiirimsi bir şeyler yazdım. Hem Katolik Maroviç’e, hem de Ortodoks Patrik Bartholomeoss’a gösterdim. Beğendiler. Hatta Patrikânenin o zamanki kütüphanecisi Yorgo Bey, kitapçığın bütün sayfalarını motiflerle süsledi. Daha sonra bu kitapçık, İngilizceye, Almancaya, İtalyancaya ve Fransızcaya da tercüme edildi.
15 Temmuz’dan önce üç sene üst üste Mayıs aylarında İtalya’ya gittim. Çünkü orada Mayıs ayları Meryem aylarıdır. Pek çok program yapılır. Ben Roma, Milano ve Como gibi şehirlerde organize edilen Hz. Meryem programlarına katıldım. Kiliselerde, Üniversitelerde ve bizim Tevere Vakfında Hz. İsa’yı ve Hz. Meryem’i anlattım.
Bazen ben anlatırken bir papaz da Yuhanna İncilinden benzer bölümler aktarıyordu. Bilhassa Hz. İsa’nın babasız yaratılma konusuna, yirmi beş sene bir araştırmaya dayalı belgeselden misal vererek, erkek arıların spermleri eklenmeden yaratılmalarını yani erkek arıların babasız olduklarını misal göstererek Cenab-ı Hakkın zaten tabiatta böyle icraatlarının olduğunu söyleyerek anlatıyordum ve çok dikkat çekiyordu. Hele Kur’an’daki Hz. İsa’nın doğum sahnesindeki dekorda, yaş olgun hurma ve su arkından bahsetmesinin modern tıptaki karşılığından yani doğumu kolaylaştırıcı ve sütü artırıcı özelliğini bahsetmem hayretlerini çekiyordu. İşte bu birleştirici noktalar diyaloglardaki birbirimizi anlamaya ve yakınlaşmalarımıza vesile oluyordu. Şimdi de bu diyaloglar devam ediyor ve devam etmeli.