Mekke’de İslamiyet yayılmaya başlamış, Hz. Hamza (r.a.) Müslüman olduktan sonra arkadan Hz. Ömer (r.a.) de Müslüman olmuştu. Dışarıda da Habeşistan’a giden muhacirler oralarda ihtidalara vesile olmuşlardı. Bütün bu içte ve dışta meydana gelen gelişmelere karşı haset duyan Mekke Müşrikleri İslamiyet davasını kökten halletmek için o günün parlamentosu hükmündeki Dâru’n-Nedve’de toplanıp ölümden beter bir karar aldılar. Buna göre Peygamber Efendimizi (S.A.S.) kendilerine teslim edecekleri ana kadar, Hişam ve Abdülmuttalib oğulları ile bütün ilişkiler kesilecek; onları Mekke’den kovacak; bütün yolları kesecek; onlardan kız alıp vermeyecek; yiyecek ve içecek temin edebilecekleri bütün kaynaklarını da kurutacaklardı. O günün şartlarında bu, sadece iman ettiklerinden dolayı insanları, ölüme terketmek demekti, Sonra madde madde herşeyi yazıp bunu Kabe’nin duvarına astılar. Bunu yazan Mansur İbn İkrime’ye Efendimiz (S.A.S.) beddua etti. Çok geçmeden Mansur’un boykot maddelerini yazan eli tutmaz oldu.
Vahyin inişinden yedi yıl sonra bir Muharrem ayı akşamı Müslümanlar Mekke’den ayrılmak zorunda kalmışlardı. Ama Ebu Talib’in himayesi üzerlerindeydi. O imkânsızlıklar içinde Mekke’nin dışındaki Şi’b-ı Ebî Talib’in mekânında çadırlar kurdular. Ebu Talib, Peygamber Efendimizin (S.A.S.) başına bir şey gelmesin diye tedbirler alıyor hatta bazan O’nun yatağına kendi oğullarından birisini yatırıyordu.
Mekke dışındaki bu mağduriyet ve mazlumiyet üç sene sürdü. Sıkıntılar katlana katlana büyüyordu. Çadırlardan iniltiler, feryatlar yükseliyordu, salgın hastalıklar yükseliyordu. Sütleri tükenen anneler parmaklarını ağızlarında ıslatıp bebeklerinin ağızlarına mama gibi veriyorlardı. Bebek ölümleri kırkı aşmıştı. Şi’b-i Ebî Talib’ten yükselen ağıtlar, müşrik zâlimlerin neşelerine yeni şeyler ilave edip keyif çatmalarına vesile oluyordu. Mekke müşrikleri günlerini gün ediyor ve tavırlarıyla müminlerin imtihanlarını ağırlaştırmaya çalışıyorlardı. Hatta bir seferinde Velid bin Muğire Şi’b-i Ebî Talib’e gelip, onları İslamiyetten döndürüp eski dinlerine çevirmek için fitneci lâflar edip, “Bakın açlık içinde kıvranıyorsunuz… Böyle giderse, teker teker öleceksiniz… Ben ise zenginliğime zenginlik katıyorum. Açık değil mi; Allah beni seviyor, benim dinimi seviyor… Sizi sevseydi böyle çaresiz ve perişan bırakmazdı… Haydi inadı bırakıp eski dininize dönün!..” meâlinde sözleri söylüyordu. Ama netice Mirac ile ve Müslümanların zaferleriyle taçlandı…
Düşünelim ki, bu mağdurların başlarında Allah’ın Peygamberi hem de Habîbi (S.A.S.) var. Kurtuluş için dua ediyorlar ama bir türlü üç sene geçmesine rağmen bu durumdan kurtulamıyorlar!..
Şimdi, o günlere çok benzeyen bu süreçte, insanlarımız aynı imtihana maruzlar. “Aylar geçti, seneler geçiyor, hâlâ dualarımız kabul olmuyor!..” diyerek imanlarında şüpheye düşürmek ve dünya çapındaki en mübarek bir Hizmet’ten vazgeçirmek istiyorlar… Bu çeşit ağır imtihanlar hep birer dönüm noktasıdır. Avrupa’da büyük dinsizlik hareketinin ana sebebi İkinci Dünya Savaşının meydana getirdiği büyük sarsıntıdır. Binlerce insanın, masum çoluk çocuğun öldüğü o hengâmede, “İnsanlar buna Tanrı nasıl izin verdi?” sorusunun cevabını kendi Kitaplarında ve din adamlarında bulamayınca o müthiş travma ile inkâra sürüklendiler. Bizim elimizde elhamdülillah bunların cevapları ve ilâçları var… Bunları tekrar tekrar bu sayfalarda yazdık… Evet… Bela ve musibetlerin bir kısmı günahlarımıza keffarettir. Bir kısmı masumlara derecelerinin yükselmesi ve fazla sevap kazanmaları içindir… Bir kısmı masumları ayırt ederse imtihan sırrı bozulacağı içindir. Ama o masumların makamları yükselir ve mânevî kazançları kat kat olur. Bir kısmı ikaz içindir. Yani yanlıştan dönmemiz için bir alarm ve uyarı mahiyetindedir. Bazı yaramaz çocukların başına gelenler, onların şefkat ve merhamet hislerine muhalefet etmelerinden dolayıdır. Mesela kuş yuvalarını bozan kuş yavrularını merhametsizce öldüren, karınları ayaklarının altında bile bile ezerek öldürüp, arı yuvalarını yakıp yok eden çocukların ya düşüp başları yarılır veya ayakları kırılır…
Ama bu süreçler ne kadar sürer, onu Allah bilir… Üstad Hazretlerinin ifadesiyle “Ne mikdar lüzum varsa” o kadar… Hani bir adam rüyasında Azrail Aleyhisselamı görüyor. “Sen bilirsin… Acaba benim ömrüm ne kadar devam edecek?” diye soruyor. Hz. Azrail Aleyhisselam elini kaldırıp beş parmağına işaret ediyor. Adam uyanınca “Beş kalmış… Acaba beş sene mi? Beş ay mı? Beş hafta mı? Beş gün mü?” diye diye meşhur rüya tabircisinin yanına varıyor. Rüyasını anlatıyor. O da gülümseyerek “Korkma o sana ecel vaktini belirtmek için beş parmağını göstermemiş… Bilakis demek istemiş ki, bu senin sorun ‘beş bilinmeyene’ giriyor. Bunun içinde kıyametin vakti gibi, insanın ne zaman öleceği de var. Onu ben bilemem. Onu sadece Allah bilir.”
Cenab-ı Hak, Hizmeti tertemiz hâle getirmek için, günahlarımızdan arındırmak ve yepyeni bir aşk ve şevkle gayret etmemiz için bizleri böyle cendereli, cevirli imbiklerin içine atıyor. Esas olan sonra olacaklardır. Üç yıllık boykottan sonra nasıl o süreç miraçla taçlandırıldı. Dar olan Mekke’nin müşrikler çemberi yarılıp dünyanın geniş alanına çıkıldı. Yepyeni imkan ve insanlarla karşılaşıldı… Cihan çapında açılımların imkânları hazırlandı. İnşaallah beklenilen kıvamı tutturursak ve ihlas ile çalışırsak, Cenab-ı Hak, hayalimizden geçmeyen nimetlerle ve ihsanlarla bizleri muhatap edebilir… İnşaallah eder…