On Sekizinci Mektub’un “Birinci Mesele-i Mühimme” sinde bazı velilerin bazı keşiflerinin niçin olduğu gibi tam olarak zuhur etmeyişinin sebebinin sorulması ile ilgili olarak Üstad Hazretlerinin çok önemli cevabı şöyle: “Onlar ehl-i hak ve hakikattirler.. hem ehl-i velâyet ve ehl-i şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşlerdir, fakat bu keşifleri, her şeyi kuşatmayan müşâhede hallerinde ve rüya gibi, gördüklerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşif ve ehl-i şuhûddaki gördüklerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek ASFİYA denilen peygamberlik vârislerinin tahkikat sahibi âlim ve evliyalardır. Elbette o kısım ehl-i şuhûd ve ehl-i keşif dahi, ASFİYA makamına çıktıkları zaman, Kitap (Kur’an) ve Sünnetin irşadiyle yanlışlarını anlarlar, tashih edip düzeltirler.. hem tashih etmişler.
“Şu hakikati izah edecek şu temsîli hikayeyi dinle. Şöyle ki: Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi ‘Uykum geldi’ deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi bir şey, yatanın burnundan çıkıp süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven (dikenli, kısa boylu bitki) altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer, o da uyanır. Der ki: ‘Ey arkadaş! Acib bir rüya gördüm.’ O da der: ‘Allah hayır etsin, nedir?’ Der ki: ‘Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altın dolu bir hazine gördüm . Acaba tâbiri nedir?’ Uyanık arkadaşı dedi: ‘Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte, kazmayı getir sana hazineyi de göstereceğim.’ Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mesut edecek altınları buldular.
“İşte yatan adamın gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rüyada iken ihâtasız olduğu (bütün gerçekleri kuşatmadığı) için tabirde (rüyayı yorumlamakla) hakkı olmadığından, maddî âlem ile mânevî âlemi birbirinden fark etmediğinden hükmü kısmen yanlıştır ki, ‘Ben hakiki, maddî bir deniz gördüm’ der. Fakat uyanık adam, misâl âlemi ile maddî âlemi fark ettiği için tabirde hakkı vardır ki, dedi: ‘Gördüğün doğrudan fakat hakiki deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş. Ve hâkeza…
“Demek oluyor ki, maddî âlem ile rûhanî âlemi birbirinden fark etmek lâzım gelir. Birbirine karıştırılsa, hükümleri yanlış olur. Meselâ senin dar bir odan var, fakat dört duvarını kapayacak dört büyük ayna konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen ‘Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum’ doğru dersin. Eğer ‘Odam bir meydan kadar geniştir.’ diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünkü misâl âlemini, hakiki âleme karıştırırsın.
“İşte küre-i arzın yedi tabakasına dair bazı ehl-i keşfin, Kitap ve Sünnetin ölçüleriyle tartmadan beyan ettikleri tasvirler, yalnız coğrafya nokta-yı nazarındaki maddi vaziyetten ibaret değildir. Mesela demişler ‘Arzın bir tabakası cin ve ifritlerindir. Binler sene genişliği var.’ Halbuki bir –iki senede çevresi dolaşılan küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fakat mânâ âlemi ve misal âleminde, berzah (kabir) âlemi ve ruhlar âleminde, küremizi, bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşekkül eden misali ağacı, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olmadığından bir kısım keşif ve şuhûd ehli evliyalar, ruhânî seyahatlerinde, arzın tabakalarından bazılarını misâl âleminde pek çok geniş görüyorlar… binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur; fakat misâl âlemi sureten maddî âleme benzediği için iki âlemi birbirine karışmış görüyorlar, öyle tabir ediyorlar. lem-i sahveye yani uyanıklık âlemine döndükleri vakit, ölçüsüz olduğu için, müşâhede ettikleri o misâl âlemini aynen yazdıklarından gerçeğe aykırı telakki ediyorlar. Nasıl küçük bir aynada, büyük bir saray ile büyük bir bahçenin misali vücudları görüntü olarak orada yerleşir. Öyle de maddî âlemin bir senelik mesafesinde, binler sene genişliğinde misâlî vücuda ve mânevî hakikatler yerleşir.
“Hâtime: Şu meseleden anlaşılıyor ki, müşâhede ile görülen şeylerin derecesi, Kitab ve Sünnete uygun olan gaybî imanın derecesinden çok aşağıdır. Yani yalnız şuhûduna, müşahedesine dayanan bir kısım ehl-i velâyetin ihatasız (gerçekleri tam kuşatmayan) keşifleri, nübüvvet vârisleri olan ASFİYA ve MUHAKKIK âlimlerin doğrudan Kur’an’ın ve vahye, gaybî fakat sâfî, ihatalı, doğru iman hakikatlarine dair hükümlerine yetişmez.
“Demek bütün ahval ve keşiflerin mânevî zevklerin ve müşahedelerin ölçüsü Kitab ve Sünnettir.. ve mihenkleri, Kitab ve Sünnetin kudsî düsturları, muhakkık olan ASFİYA’nın hadsî kanunlarıdır.”
Yani, hem ilimde derin hem velâyet sahibi olan ASFİYA’nın arı-duru sezgileriyle ortaya koydukları, doğruluğu test ve tesbit edilmiş, bizzat yaşanarak öğrenilmiş objektif kanunlarıdır…