M. Fethullah Gülen Hocaefendi “Yeni İnsan” yazısına devam ediyor ve şöyle diyor: “Elbetteki bu YENİ İNSANIN doğumu çok kolay ve rahat olmayacaktır. Her doğum gibi onun da sancısı, sarsıntısı, sıkıntısı olacaktır. Ama mevsimi gelince, bu mübarek velâdet (doğum) mutlaka gerçekleşecek ve bu AY YÜZLÜ NESİL, HIZIR gibi birdenbire aramızda belirecektir. Sıkışmış ve üstüste binmiş bulutlar arasından rahmetin süzülüp geldiği, arzın derinliklerinden suların fışkırıp yeryüzüne çıktığı, karın-buzun çözüldüğü yerlerde kar çiçeklerinin her yanı sardığı ve şebnemlerin sıçrayıp yapraklara taht kurduğu gibi, bu yeni insan da belki bugün –belki de yarın, ama mutlaka gelecek.”
Öyle olmadı mı? Dedikleri çıkmadı mı? Gökçek yüzlü fedâkar ve eğitilmiş, adanmış ruhlar, bütün dünyaya yayılıp dağılmadı mı? Hunharca, nobranca muamelelere devlet gücüyle baskılara rağmen kara-buza direnen kardelenler gibi hâlâ dimdik durmuyorlar mı?
Hocaefendi devam ediyor: “Yeni insan, her türlü hâricî tesirlerden sıyrılabilmiş ve kendi kendine ayakta durmaya kararlı bir şahsiyet insanıdır. Doğu-Batı, ayağına pranga vurup onu esir edemeyeceği gibi, mânâ köküne ters “izm”ler de, ona yol ve yön değiştirtemeyecek ve hatta yerinden kıpırdatamayacaktır. Evet onun, düşüncesi hür, iradesi hür, tasavvurları hür ve hürriyeti de Allah’a kulluğu ölçüsündedir. Başkalarına benzemeye, başkalarına özenmeye değil, kendi kendine benzemeye ve tarihî dinamiklerle bezenmeye çalışacaktır.”
Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri, dış tesirlerden ve felsefenin kirleticiliğinden nasıl uzak kalmak istediğini şöyle anlatıyor: “Şu Nota’da, Avrupa’nın fen, felsefesi ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said fikrî harekette seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun ve medeniyeti o kalbî seyahatte kalbî hastalıklara inkılap ederek ziyade müşkilâta vesile olduğundan, mecburen Yeni Said ZİHNİNİ SİLKELEYİP, muzahraf (yaldızlı, dışı süs, içi pis) felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde şahitlik eden nefsâni hissiyatı susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı mânevisiyle bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur. “Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, Îsevîlik din-î hakikisinden aldığı feyizle insanlığı ictiamî hayatına faydalı sanatlara adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, tabiat felsefesinin zulmetiyle, medeniyetin, kötülüklerini, güzellikler ve iyilikler zannederek insanlığı sefahete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.”
Üstad Hazretlerine sorulan: “Senin eski zamandaki müdafaalarının ve İslâmiyet hakkındaki mücâhedelerin, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa’ya karşı İslâmiyeti müdafaa eden mütefekkirlerin tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said’in vaziyetini değiştirdin? Neden mânevi İslâmî mücâhitler tarzında hareket etmiyorsun?” şeklindeki soruya verdiği cevap şöyle: “Eski Said ile mütefekkirler kısmı, felsefenin ve hikmet-i Avrupaniyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silahlarıyla onlara mücadele ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fen ilimleri, müsbet bilimler suretinde sarsılmaz, kesin hakikat olarak kabul ediyorlar, o suretle İslâmiyetin hakiki kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güyâ takviye ediyorlar. Bu tarz da gâlip gelme az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece düşürmek olduğundan, o mesleği terk ettim. Hem fiilen gösterdim ki, İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmi Dördüncü Mektup, Yirmi Dokuzuncu Söz bu hakikatı burhan ve delilleriyle isbat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip İslamî hükümleri zâhirî telakki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki, onlara yetişsin…” (Yirmi Dokuzuncu, Yedinci Kısım Mektup; Yedinci İşaret, Üçüncü Sual)
Başta Cemil Meriç olarak pek çok mütefekkir Üstad’ın tamamen yerli olduğunu ifade ederler. Dıştan bir tesir altında kalmadan yazılan Risalelerin Anadolu mahsülü olduğunu söylerler. Hem Risale-i Nur’la yapılan Kur’an ve İman Hizmetinin bir tepki hareketi olmadığı da kesindir. Eşarilik mesela Mutezileye karşı bir tepki hareketidir. Vehhabîlik, İslâm dünyasına yayılan yanlış tutumlara karşı bir tepki hareketidir. Tepki hareketleri dengeli olmayı pek başaramazlar. Risale-i Nur Hizmeti bir tepki hareketi olmadığı gibi diğer anlayış ve felsefenin kirlettiği bir zihin ve beynin mahsülü de değildir. Tamamen Kur’an kaynaklıdır. Kitap ve Sünnetin mübarek düsturları içinde tertemiz bir gönül ve beyinden sünuhât, ilhâmât, istihrâcât, intinbâtât ve füyuzat olarak kaynamış, HİKEMİYÂT-I KUR’ÂNİYEDİR…