Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bin civarında mektubunu dünyadaki İslamî Cemaatlerin başlarında bulunan kimselere ulaştıran Ahmed Ramazan Ağabeyimiz anlatmıştı:
"1958’de Irak İhtilali sırasında Bağdat’ta bulunuyordum. İhtilalciler, propagandalar (algı operasyonları) ile halkı istedikleri gibi hareketlendirmişler, her icraatlarını alkışlatıyorlardı. Darbeyle devirdikleri iktidardakileri asıp kesiyorlar, her istediklerini pervasızca yapıyorlardı. Gözlerimle gördüm. Saraydan bir kızı getirdiler, bir ayağını bir arabaya, öbür ayağını başka bir arabaya bağlayıp ters istikamete hareket ettirerek, feci şekilde öldürdüler. Bu faciayı seyreden halk, kadınlı-erkekli, zâlimlerin bu icraatını el çırparak, oynayarak alkışlıyorlardı. ‘Aman Allahım! Bunların katlettikleri kimseler Habîbullah’ın (S.A.S.) torunları! Bu seyyid ve seyyidelere yapılanların cezası bu halka acaba nasıl geri döner!.. Başlarına bunların neler gelir?..’ diyerek üzüntüye boğuldum… Seneler sonra Bağdat bombalanmaya başlayınca bunları tekrar hatırladım!”
Bir televizyon programında Irak olayları üzerine konuşmalar yapılırken, 1958’de diplomat olan ailesiyle Bağdat’ta bulunan bir hanımefendi de o faciadan şöyle bahsetmişti. “O sırada ben genç kızdım. Sarayda çok yakışıklı bir prens vardı. Biz kızlar ona aşıktık. Ama o hengâmede onu da yakaladılar boynuna bir ip geçirerek halkın içine sürüklediler. ‘Sen o imzaları hangi elinle, hangi parmaklarınla atıyordun?’ diyerek parmaklarını kestikten sonra halka linç ettirdiler!.. Dehşet içinde şahit oldum!..”
Bu cehaletimizin, bu vahşetimizin cezası çok şiddetli oldu…
İslam tarihi boyunca Ehl-i Beyte bilhassa Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimize yapılan ihanet ve zulümler o bölgeleri kan seylaplarına çevirdi…
Yezidler, Haccaclar, Hülagülar, General Kasımlar, Arifler ve Saddamlar…
Sonra da halâ durmayan intihar saldırıları…
Kaynayan kan kazanları…
Osmanlıya isyan eden, askerlerini arkadan vuran Orta Doğu ve Balkanlar senelerce kaynayıp durdu, hâlâ bir türlü durulmadı.
Zâlim Allah’ın kılıcıdır, Allah onunla intikamını alır, sonra o zâlim kılıçtan da intikamını alır. Ama, biz, “Onlar zaten Şerif Hüseyin’in torunlarıydı, Lawrence'in yanında yerini alanlardı…
Balkan eşkıyaları bizi sırtımızdan hançerlemişlerdi, oh olsun diyemeyiz. Bir yandan ibret dersimizi almalıyız, bir yandan bütün bunlara göre kendimize istikametli bir yol çizmeliyiz.
Hâ… gücümüz neye yeter? Neye yetiyorsa…
Cenab-ı Hak, güç yetiremeyeceğimiz şeylerin hesabını sormuyor. Teklif-i mâlâ yutak yoktur. Biz elimizden gelen doğru yapsak, zaten Hak Taala yetmeyenlerimizi de yetirir.
Konya İmam-Hatip Okulu öğretmenlerinden Mustafa Akdedeoğlu hocamız, ortaokulu Halep’te, lise ve fakülteyi Mısır el-Ezher Üniversitesi'nde tamamlamış, master çalışmasını da Pakistan’daki Karaçi Üniversitesi'nde yapmıştı. Konya’da bulunduğum dönemde kendisiyle görüşmelerimiz olmuştu. Bir seferinde: “Ezher Üniversitesi'ndeki Tefsir Profesörleri, 1958’de Irak İhtilali olunca, ‘Allah, Allah… Kur’an’ın bir mucizesi daha zâhir oldu!..’ dediler. Taberi tefsirinden de yerini gösterdiler.” demişti. Sonradan o meseleyi araştırdım. İnşaallah bir sonraki yazımda genişçe üzerinde dururum…
Elbette yaş-kuru her şey içinde bulunan Kur’an-ı Kerim, hiçbir şeyi ihmal etmediği gibi ona da işarette bulunacaktır.
Mühim olan bizim, o yüce mürşid Kitap’tan dersimizi almamızdır. Kur’an-ı Kerim, Nemrutlardan, Firavunlardan, Karunlardan, Âd’dan Semud’dan bahsederken, ‘Acaba burada benim zâlim nefsime ne demek istiyor?” diyerek düşünmemiz gerekiyor.
Eğer “Musa’nın bu kadar mucizelerinden sonra kalblerimiz katılaştı; taş gibi, hatta taştan da şiddetli…” (Bakara Suresi, 2/74) diyen âyeti “Zaten bu İsrailoğullarından bahsediyor” deyip dersimizi, ibretimizi almaz ve “Bana ne gibi bir ders veriyor?” diye düşünmez isek, en büyük gafletin içine düşmüşüz, demektir.
Allah muhafaza buyursun ve bu gafletten uyarsın…