Bir kişinin tutuklanabilmesi için; üzerine atılı bulunan suçu işlediğine dair kuvvetli bir şüphe olması gerekir. Basit veya yeterli şüpheyle kimse tutuklanamaz. Bu kuvvetli şüphe de tek başına yeterli değildir. Kuvvetli şüphenin varlığını gösteren somut deliller bulunmalıdır. Soyut iddialarla, kimse tutuklanamaz. Bunların yanında bir de tutuklama nedeni olmalıdır. Yani kişinin kaçma ihtimali veya delilleri karartma ihtimali gibi bir neden olmalıdır. Yoksa sadece somut delile dayalı kuvvetli suç şüphesi ile kimse tutuklanamaz. Bizim kanunlarımıza göre tutukluluk tedbiri böyle ağır şartlara bağlanmıştır. Ancak bunun yanında şartlar oluşsa bile, kişinin özel durumu varsa, mesela ağır hasta ise, bakıma muhtaç yakını varsa veya benzeri bir sıkıntısı varsa kefaletle, adli kontrol şartıyla serbest bırakılabilir. Neticede tutuklanan kişinin suçu sabit olmadığı gibi, serbest bırakılan kişinin suçsuzluğu da kesin değildir. İşin özü tutuklama tedbiri istisnadır, asıl olan tutuksuz yargılamadır.
Son bir yıldır paralel devlet yapılanması adı altında silahlı terör örgütü üyeliğinden yapılan soruşturmalarda ise durum tam tersine dönmüştür. 150 binden fazla insan hakkında adli soruşturma başlatılmış, 50 binden fazla kişi tutuklanmıştır. Tutuklanmayanların neredeyse tamamı da adli kontrol hükümleri uygulanarak şartlı salıverilmiştir. Kanuna göre adli kontrol tedbirinin uygulanması için de tutuklamaya ilişkin şartların mevcut olması gerektiği düşünüldüğünde, bu tür bir soruşturmaya maruz kalan herkesin tutuklanabileceği sonucu çıkmaktadır. Tutuklananlar arasında her meslek grubundan insanlar olduğu gibi, öğrenciler, yaşlılar, ağır hastalar, yeni doğum yapmış bayanlar da bulunmaktadır. Yüzlerce çocuk annesi ile birlikte cezaevine girmek zorunda kalmış ve halen cezaevindedir. Bu soruşturmalarda tutukluluk o kadar sıradan ve zorunlu bir hale gelmiştir ki; cezaevlerinde yer bulunmadığı için insanlar koğuşlarda kapasitelerinin çok üstünde sayı ile, temel insan haklarından mahrum şekilde kalmak zorunda bırakılmışlardır. Buda yeterli olmayınca çıkarılan OHAL KHK'sı ile infaz kanununda değişikliğe gidilmiş ve suçları sabit olan mahkumların erken tahliyesi sağlanarak cezaevlerinde yer açılmaya çalışılmıştır. Bu usulle yaklaşık 40 bin kişi cezasını tamamlamadan cezaevlerinden koşullu olarak salıverilmiştir. Bu suçlular arasında; hırsızlar, dolandırıcılar, cinayet zanlıları, huzur bozucular ve daha bir çok suçu işleyen insanlar vardır.
Bir tarafta suçu sabit olmuş, onlarca sabıkası bulunan, cezaevinden çıktığı gün yeniden suça karışan mahkumlar serbest bırakılırken, diğer taraftan henüz soruşturması yeni başlamış, hakkında somut delil olmayan, sabıkasız insanlar tutuklanmaktadır. Bu durumun hukuki olmadığını anlamak için hukukçu olmaya da gerek yoktur. Bu soruşturmalarda iş o kadar ileri boyuta gitmiştir ve tutukluluk o kadar istenmektedir ki, bir yanda doğum yapan kadınlar doğumhanede kelepçelenmekte, ağır hasta olanların raporları kabul edilmemekte, diğer tarafta ise; tutuklama kararı vermeyen hakimler hakkında hiç vakit kaybetmeden işlem yapılmakta ve en hafif ceza olarak sürgün edilmektedir.
Tutuklu bulunan bir çok hastadan biri olan Yargıtay üyesi Mustafa Erdoğan tüm hastalığına, yaptığı tüm itirazlara ve sunduğu tüm
doktor raporlarına rağmen son anlarına kadar tahliye edilmemiş ve adeta ölüme terk edilmiştir. İş son raddeye geldikten, hastalığı son safhaya ulaştıktan sonra tahliye kararı verilmiştir ama, kısa süre sonra maalesef hayatını kaybetmiştir. Tutukluluğun bu derece ceza gibi, hatta daha ötesinde bir silah olarak kullanılması hangi hukuka, hangi vicdana sığmaktadır? Sadece bir tedbir olan tutukluluk, insan hayatından daha mı önemlidir? Bu ölümün sorumluları kim olacaktır. AİHM kararlarında açıkça ifade edildiği gibi, devlet tutuklu ve mahkumların canından ve sağlığından birince derece sorumludur ve gereken önlemleri almak zorundadır. Bu elim olay öncesi, henüz suçlu olup olmadığı belli olmayan bir insan için hangi önlemler alınmıştır? Önlem alınmasından önce, tüm tedavi sürecine, mahkemeye sunulan tüm doktor raporlarına ve cezaevinde kalmaması gerektiğine dair raporlara rağmen neden tahliye edilmemiştir? Kanunlar en azılı suçlular için bile sağlığı ön planda tutarken, hakkında hüküm verilmemiş bir yüksek hakim için sağlık ve can güvenliği neden önemsiz görülmüş ve ikinci plana atılmıştır? Tüm bunları bir veya bir kaç hakim savcının kafasına göre insiyatif alarak yapması mümkün değildir. Çünkü her hakim savcı tutukluluğun istisna olduğunu, tahliyenin beraat anlamına gelmediğini bilir. Ayrıca hiçbir normal hakim bu kadar ağır hasta olan birisini tahliye etmeme yoluna girerek risk almaz. Ancak soruşturmalar hukuk zemininde yürümediği ve talimatlarla sürdürüldüğü için sonuçlar da ne yazık ki bu şekilde olmaktadır. Ülkenin ve milletin başına 40 yıldır bela olup 40 bin insanı öldüren örgüte, sadece son bir yılda yüzlerce insanı öldürüp en vahşi işleri yapan örgüt üyelerine yapılmayan muamele ne yazık ki yıllarca devlete emek verip adalete katkı sağlamış, bir çok kitap yazmış, belki de onu tutuklayan hakimin kitaplığında bile hala yazdığı şerhli ve açıklamalı kanunlar bulunan bir Yargıtay üyesine bu durum reva görülmüş ve göz göre göre ölüme terk edilmiştir.
Hukukun artık tamamen yok edildiği, haksızın güçlü haklının ise mağdur olduğu bu kara günler uzun sürmeyecek ve nihayetinde bitecek olsa da yaşanan mağduriyetler ve telafisi imkansız neticeler bir ömür boyu insanlarla beraber yaşayacaktır. Hukuk yeniden tesis edildiğinde bu elim olaya ve benzerlerine imza atanlar, sebep olanlar maddi ve manevi olarak hukuk önünde muhakkak bedel ödeyecek, cezalarını çekeceklerdir. Hukuksuzluk yapan herkes yaptığının hesabını günü geldiğinde adalete verecektir. O gün hiç kimseyi bugün arkasına sığındığı bahaneler kurtaramayacaktır. İnsanlar o gün hukukun döneme, duruma ve kişiye göre değişmediğini, bugün hukuk adı altında ileri sürülen şeylerin hukuksuzluk olduğunu anlayacaklardır. Ancak bunların hiç birisi bugün yaşanan ve kaybedilen şeyleri geri getirmeyecektir. Acılar hafiflese bile insanlar o acılarla yaşamaya devam edecektir.
C.T / Hukukçu